Perşembe, Mart 28, 2024
   
Yazı
kuran oku

kuran oku (2)

RAMAZAN AYI İLE İLGİLİ HADİS-İ ŞERİFLER -1
 
 
               
 
 
                             
 
                          
  
 
                              
 
 
                             
 
 
 
                            
 
1- PEYGAMBER EFENDİMİZİN CÖMERTLİĞİ

Bir kavramdan bahsedebilmek için önce ne olduğunu bilmek lazım. Ben de bu yüzden yazımın başrol kelimesini size tanıtmakla başlayayım:

Cömert:

1-Para ve malını esirgemeden veren, eli açık, selek, semih.
2-Verimli.[1]

Zor bulunan bir erdem olarak bu güzel huyu nerede görsek (aşırıya kaçmadan) överiz. Aşırıya kaçmamak önemlidir. Çünkü çok cömert olmak bize göre iyi değildir(!). Ve en önemlisi de cömertlik, en başta bir şeylere sahip olmayı gerektirir. Ve böylece gerekli şartlara sahip olan kişiler övülür: “Ne kadar da cömert!” , “Ben de onun gibi cömert olmalıyım.”

Görünüşte her şey çok güzel. Örnek alınan herhangi cömert biri, örnek alan ve hedefine koyan da herhangi biri… Burada önemli olan kişiler değil çünkü, örnek olan bizzat kavramın kendisi, değil mi?

Oysa unutulan, (zaman zaman açığa çıksa da genelde) görmezden gelinen bir şey var: Bu gün şu kelimenin içine yerleşmiş bir çok gizli niyet var satır aralarında. “Desinler, saygınlık kazanayım, otorite kazanayım, karşılıklı menfaat ilişkilerinde iyi bir rolüm olsun…” Niyetler uzayıp gidiyor değil mi? Ve niyetler uzadıkça da erdem olmaktan uzaklaşıyor cömertlik.

Bu bir sorun, evet! Hem de herkesin bildiği bir sorun!.. Sorunu herkes bilse de çözüm deyince sesler kesiliyor. Neden acaba?

Soyut bir kavramı hayata geçirmek için somut örnekler gerekir. Bizim atladığımız ayrıntı ise ikinci cümlede gizlidir: Her somut örnekteki “cömert” kavramının içi aynı malzemeden mamül değildir. En basitinden bir elektronik malzemenin bile gerçek gibi gözüken bir çok kopyasının olduğu şu dünyada, bizlerin hatası, soyut kavramlara sahte anlamlar yüklenebileceğini unutmamızdır aslında. Bu yüzden bir kelimenin içine hangi kavramı yüklediğimiz, somutlaştırmak için hangi rol-modeli karşımıza aldığımız en önemli konudur.

Ne yazık ki yazımın başrol kelimesini tanıtmakla gelebileceğim nokta buradan öteye geçemez.

Şimdi ise yazımın asıl amacı, başrol-modelini tanıtmalıyım ki her şey yerli yerine otursun.

O öyle bir model ki, içi boş, amaçsız, sonuçsuz bir erdemi alıp En İyİ Stilist’in dizaynıyla üstüne giydiğinde, basit bir kelime gerçek bir kavrama dönüşür.

Buradan sonra Cömertliği “vermek” kelimesiyle tanımlayan ahir zaman düşüncelerimizi kısa süreliğine devredışı bırakalım. İşte yeni tanım: “Ben ancak bölüştürücüyüm! Veren ise Allah’tır!”[2]

Her şeyin rengi değişti öyle değil mi?

Önceki düşünce sistemimizde, cömert kişilerin sahip oldukları şeyler vardı. Oysa şimdi kimsede bir şey kalmadı.

Artık başrol-modelimizden örnekler verebiliriz:

Ebu Zerri’l-Gıfârî der ki: “Resûlullah Aleyhisselam, bana: ‘Ey Ebu Zer! Şu hangi dağdır?’ diye sordu.

‘Yâ Rasûlallah! Uhud dağıdır!’ dedim.

Resûlullah Aleyhisselam: ‘Varlığım Kudret Elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki; onun benim için altına çevrilmesi, beni asla sevindirmez!

Onu bir kırat bile bırakmaksızın Allah yolunda harcarım!’ buyurdu.

‘Yâ Rasûlallah! Bir kantar da mı bırakmazsın?’ diye sordum.

Resûlullah Aleyhisselam, üç kere:

‘Bir kırat bile bırakmaksızın!

Bir kırat bile bırakmaksızın!

Bir kırat bile bırakmaksızın!’ buyurdu. …”[3]

Bu gerçek tanımıyla cömertlik, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in en belirgin vasıflarından biridir. Câbir b. Abdullah (r.a) der ki: “Rasûl-i Ekrem Hazretlerinden dünya ile ilgili bir şey istenilince asla red cevabı vermez, istenilen şey varsa verir, yoksa vadederdi.”[4]

Müslim’de şöyle naklolunur: Rasûlullâh (s.a.s.) İslâm üzere kendisinden istenilmiş olan herhangi bir şeyi muhakkak vermiştir. Bir defasında kendisine bir kimse gelmişti de Rasûlullâh (s.a.s.) ona iki dağ arasını dolduracak kadar çok koyun vermişti. O zât kendi kabilesinin yanına gidip: “Ey kavmim, Müslüman olunuz, çünkü Muhammed fakirlikten korkmaksızın büyük ihsanda bulunuyor”[5]

Başrol-modelimiz Peygamberimiz’in cömertliğinin yankılarından birini Safvan b. Ümeyye (r.a)’in şu sözlerinde görmek mümkün: “Allah’a yemin ederim ki Rasûlullâh (s.a.s.) bana çok ihsanda bulunmuştur. Başlangıçta O, bana göre insanların en çok buğzedilecek olanı idi. Fakat bana ihsân etmekte devam etti. Nihayet benim yanımda insanların en sevimlisi oldu.”[6]

Tadımlık bir kaç lezzetten sonra o tılsımın sonucuna Enes (r.a)’ın gözlemleriyle ulaşıyoruz:

“Bazen bir kimse ancak dünyayı isteyerek Müslümanlığa girerdi. Fakat İslâm’a girince artık Müslümanlık kendisine dünyadan ve dünya üzerindeki her şeyden daha sevimli olurdu.”[7]

Kısaca, öyle bir cömertlik ki; başrol-model Peygamber Efendimiz o cömertlikle, niyetini de “bölüştürdüklerine” katıp, İlahi sonuçlara ulaştı.

“Ayinedir bu alem, her şey Hak ile kaim
Mirat-ı Muhammed’den Allah görünür daim” demiş Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri. Biz de içi boş sahte kavram ve kahramanlardan, yüzümüzü o âlemlere rahmet sevgiliye döndük. Cömertliğe onun aynasından baktık ki gördüğümüz Gerçek Stilist’in tasarımı olsun. Şimdi o aynada kendimize çekidüzen verebiliriz.

Hepimize hayırlı olsun.

Zehra Akın



[1] TDK Güncel Türkçe Sözlük

[2] Ahmed, c. 2, s. 234, Buhârî, c. 1 , s. 26, Müslim, c. 2, s. 719.

[3] Buhârî. c. 3. s. 82.

[4] Müslim, Fedâil, 56; îbnSa’d, Tabakat, 328

[5] Müslim, Fedâil, 57.

[6] Müslim,Fedâil, 59.

[7] Müslim,Fedâil, 58.

 
2-NAMAZ İLE İLGİLİ FIKHİ SORULAR
 
 
Soru: Bir insan İslâm’ı biliyor, kendisi müslüman ama, namazlarında ihmalde bulunuyor. Ne dersiniz?

-Namaz, oruç, hac, zekât veya diğer ibadetlerden bir tanesi yapılmadığı zaman, farz yerine getirilmediği zaman, Allah onu cezalandırır, günah yazar. Ama ne kadar ceza verecek, ne yapacak, kendisi bilir. Bazen bir küçük terbiyesizlikten dolayı, çatır çatır cehennemde yakar. Bazen de kulun gönlünün paklığından, temizliğinden dolayı affedebilir.

Yalnız, fıkıh kitaplarında, itikad kitaplarında yazılan şudur ki: Bir insan ibadetleri yapmasa, inancı itikadı olsa, İslâm’dan çıkmaz. Müslümandır ama, günahkâr, kusurlu, eksikli, suçlu müslümandır. İşi Allah’a kalmıştır. Sonradan tevbe edip doğru yola geldiği zaman, eğer Allah affederse, affeder. Affetmezse; o ihmali kadar cehennemde yanar, azabını görür. Ondan sonra, imanı dolayısıyla kurtulur amma, Peygamber Efendimiz SAS’in bir hadis-i şerifini bu sözümün arkasından hatırlatıvereyim; diyor ki:

“Cenenneme düşmemeğe çalışın!..” Çünkü, cehenneme insan bir kere düştü mü, sonunda çıkacak bile olsa, –öyle bir şeyler söylüyor ki Peygamber Efendimiz, hesaplıyoruz– milyonlarca sene kalıyor. En aşağı ikiyüzelli sene sene kalıyor.

Sonra, cehennemdeki azabları küçük görmemek lâzım!.. Cehennemde meselâ, cehennem ehlinin zakkum yiyeceği söyleniyor. Zakkumun dünyada bile zehir olduğunu artık gazetelerden anladınız. “Cehennemin zakkumundan bir damla dünya denizlerine damlasaydı, bütün dünya denizlerini zehir gibi acı yapardı.” diye bildiriyor Peygamber Efendimiz… Cehennemde onu böyle, sabah akşam yiyen bir insanın ne ızdırab çekeceğini, ne azablar göreceğini tahmin edebilirsiniz.

O bakımdan cehenneme düşmeyecek şekilde tedbir almak, akıllı insanların yapması gereken doğru iştir. Cenneti kazanmak için çalışmak çabalamak, akıllı insanların işidir. Günaha ancak cahiller cesaret eder. Yoksa, “Günahın büyüğü küçüğü olmaz!” diyor bazı büyüklerimiz… Çünkü, günahı kime karşı yapıyorsun?.. Kime asi geliyorsun?.. Allah’a…

Asi geldikten sonra, bakarsın Allah bir sille tokat indirtir ki, helâk olursun!.. İnsanın malına geliyor, arabasına geliyor, evine geliyor… Vücuduna amansız hastalık geliyor. O zaman diyar diyar şifa arıyor, çare arıyor. “Bunun çaresi nedir?” diye gözyaşları içinde arıyor. Sen ilkönce edepsizlik yaptın, bu ceza ondan geldi.

Onun için dünyada da çeker, ahirette de çeker. Bu hususlarda hiç bir kimse gevşek olmasın!..

Soru: Kıldığım namazdan feyz alamıyorum; ne tavsiye edersiniz?

-Feyz almak için çok şeyler lâzım; başta, lokmanın helâl olması lâzım!.. Haram lokma ile feyizli ibadet yapılmaz. Lokma haram… Midesinde duruyor… Allah sevmez ki!..

Sevilmeyen bir kimse senin kapına gelmiş, kapıyı çalmış, içeri girmek istiyor. Nasıl bakarsın?.. Düşün, ordan anla!

Lokma helâl olacak; bir… Abdesti tamam olacak; iki… Yüznumaraya gidiyorlar, doğru düzgün istibrâ, istincâ olmuyor. Üstleri, başları temiz olmuyor. Paçalı pantolonların paçaları yerleri süpürüyor. Şimdi bizim pantolonlarımızın hepsi, –moda dolayısıyla– paçaları arkadan yerleri süpürür. Temiz şeyler gelir, pis şeyler gelir. Elbisesi temiz olmayınca, namaza tesir eder.

Bilgisi az, söylediği söz hakkında bilgisi yok, tekbir hakkında bilgisi yok… Tabii ordan huzur alamaz.

Onun için bir kere helâl lokma yesin!.. Ondan sonra, abdestini düzgün alsın!.. Ordan başlıyor iş… Dualarını yapa yapa güzel abdest alsın!.. Temiz olsun; hem kalbi temiz olsun, hem elbisesi temiz olsun!.. Ondan sonra, biraz dinî bilgi sahibi olsun, dinî kitapları okusun!.. “Allahu ekber” ne demek, “Sübhânallah” ne demek?.. Fâtihâ’nın mânâsı ne, İhlâs’ın mânâsı ne?… Namazda rükû ne oluyor, secde ne oluyor; bunları düşünsün tefekkür eylesin!.. O zaman inşaallah feyzini çok alacak, Allah’ın lütfuyla…

Soru: İbadet ettiğimde bile içimde bir boşluk var; bunu neyle doldurayım?

-Bu içindeki boşluğun muhtelif sebepleri olabilir. Bir kere lokmanın helâl olmasına dikkat etmek lâzım!.. Ondan sonra, abdestin güzel alınmasına dikkat etmek lâzım!.. İbadeti tadını çıkarta çıkarta, duya duya, aceleye getirmeden yapmak lâzım!.. O zaman, Allah insanın içine ibadetin tadını verir.

O ibadetin tadını Allah’ın insana vermesi için hadis-i şerifte buyuruluyor ki: “Allah’ı ve Rasûlüllah’ı her şeyden daha çok sevecek ve günaha dönmemek azminde olacak! Günaha, tekrar eski haline dönmektense, ateşe atılmaya razı olacak bir halde olacak!..” Bu duyguları taşıdığı zaman, ibadetin tadını duyar diye hadis-i şeriflerde bildiriliyor.

Soru: Namazda aklımıza olmadık şeyler geliyor; bunun sebebi nedir, çaresi nedir?

-Abdesti güzel almaktır. Olmadık şeyler şeytandandır. Namazda huzuru bozmağa çalışıyor, ibadetten sevap kazanmamasını sağlamağa çalışıyor.

İradesine hakim olup kendisini söylediği söze, yaptığı ibadete verecek ve güzel şeylerle meşgul edecek… “Allah’ın huzurundayım!” diyecek, “Kâbe’nin karşısındayım!” diyecek… “Elhamdü lillâhi rabbil âlemîn” derken mânâsını düşünecek, kendisini okuduğu şeylerle meşgul edecek.

Soru: Namazda vesvese gelince tekbiri tazeleyelim mi?

-Hayır! Öyle yaparsanız, işin sonunu alamazsınız. Vesvese gelir tekbir alırsınız, bir daha tekbir alırsınız, bir daha alırsınız, bir daha… Çünkü şeytan insanı ordan yakalar. Kat’iyyen vesveseye hiç yüz vermeyeceksiniz. Aldın tamam, yürüyeceksin.

Vesveseye bir kere itibar ettin mi: “Namaz pek iyi olmadı… Oldu galiba ama?.. Yok, yok olmadı. Haydi bir daha kılayım!..” Bir daha kılarsan, bir daha bir vesvese gelir. Onu kılarken bir daha bir vesvese gelir, batağa saplanırsın.

Sakın vesveseye hiç yüz vermeyin!.. Doğru olduğuna kanaat ettiğiniz şeye göre devam ettirin işi, olsun bitsin.

Soru: İmsaktan 15 dakika sonra, ezan okunmadan sabah namazın kılabilir miyiz?

-Kılınabilir. Şimdiki takvimlerin tertibi, imsak bittiği andan itibaren sabah namazının vaktidir. Hattâ, orucu oraya kadar bırakmamak bile lâzım, daha önceden yemeği kesmek lâzım! O tam sabahın girdiği saattir. Arada boşluk bırakmamışlardır, ihtiyatı kaldırmışlardır. Ondan sonra 15 dakika geçince, haydi haydi kılınır.

Soru: Öğle namazı, ikindi okunduktan sonra 45 dakika geçinceye kadar kılınabilir mi?

-Aslında ikindi ezanı okundu mu, ikindinin vakti girmiş olur ama; bir asrı evvel var, bir asr-ı sâni var… İmamlarımızın rivayetine göre: Dik bir çubuğun öğle üzeri bir gölgesi var, diyelim 30 cm… Bu 30 cm üzerine, çubuğun boyu kadar daha gölge uzadığı zaman ikindinin vakti girer diyenler var; gölge çubuğun boyunun iki katı kadar daha uzadığı zaman ikindinin vakti girer diyenler var… Bu ikisinin arasında yarım saat -kırkbeş dakika bir zaman olduğundan, “Bu ihtilâftan faydalanarak acaba kılabilir miyiz?” demek istiyor. E kaçırmışsa, kılıversin; olur.

Aslında ikindi vaktine kadar tehir etmesi doğru değil… “En faziletli amel nedir?” diye soruyorlar Peygamber Efendimiz’e…

(Essalâtü lievveli vaktihâ) “Evvel vaktinde kılınan namazdır.” buyuruyor. Namazı evvel vaktinde kılmak sevaptır. Tâ o vakte kadar tehir, zaten kusurdur, kabahattir. Ama baktı, öyle bir durum oluverdi; yine kılsın!..

Soru: Namaza yeni başlayıp da kaza namazları çok olan bir kimse, vakit namazlarındaki sünnetleri terkedip kaza namazı kılabilir mi?

-Câiz değildir. Vakit sünnetlerini kılacak. Ayrıca bizim tarif ettiğimiz işrak namazı, duha namazı, evvâbin namazı, teheccüd namazı ve sâireyi de kılacak, onları da bırakmayacak. Ötekisini de ödemeye geçecek. Bizim mezhebimiz –Hanefî mezhebi– böyledir.

Bazı başka kaviller var… Şafiî mezhebinde, “Önce farzları ödesin!” demişler ama, bizim mezhebimizde büyüklerimiz diyorlar ki: “Bu namazları vaktinde kılmadın, bir edepsizlik yaptın, bir günaha girdin, bulaştın. Şimdi o günahı telâfi edeceğim derken, bu sefer Peygamber Efendimiz’in sünnetlerini kılmayıp, oradan bir başka kusur yapıyorsun; uygun olmuyor.

Sen onları kıl; ötekilerini de belirli bir plan dairesinde, yavaş yavaş ödemeğe giriş. Allah nasıl olsa, rûz-i mahşerde kulların namaz ibadetlerini hesaplarken, farzlarını hesaplayacak; farzlarda eksik varsa, sünnetlerle tamamlayacak. Ondan sonra nafilelerle tamamlayacak. Hesabı Allah’a ait… Sen Allah’a güzel kulluk et; o hesabı doğrultur. Yoksa, kimse ameliyle cennete girecek değil…

Büyüklerimiz bu kanatte, bizim mezhebimiz bu… Başka mezheblerde, başka türlü düşünceler olabilir.

Soru: “Kazası olan kimse, akşamdan sonra evvabin namazını ve diğer nafile namazları kılamaz; kılsa bile Allah kabul etmez!” diyorlar. Lütfen bunun hakkında açıklama yapar mısınız?

-Muhterem kardeşlerim! Akılla mantıkla gelin bu meseleyi çözelim. “Kılsa bile Allah kabul etmez!” diyormuş. Yâhû sen Allah’ın vekili misin? Bir kul namaz kılıyor, “Kılsa bile Allah kabul etmez!” diyor. Kimsin sen yâhu, Allah’tan mesaj mı aldın? Bu ne biçim laf?

Bizim ulemamız, “Kılsa kabul olur.” diyor, niye kabul olmayacakmış? Kabul olur kardeşlerim. Peygamber Efendimiz’in hadis-i şerifte, “Kılın! Denizlerin köpüğü kadar günahınız olsa bile affeder.” diye teşvik ettiği bir namazı, “Rasûlüllah emretmiş, tavsiye etmiş; ben de kılayım!” diye kılsam, niye kabul etmesin Allah?.. Bu nerden çıkıyor, bu ne biçim laf?

Bizim Hanefî mezhebimizde böyle bir mesele yok… Kılınan nafile namazlar sevaptır, kılınır.

–Kaza borcu varsa hocam?

–Kaza borcu varsa, kaza borcunu ödesin!

Zaten namazı vaktinde kılmamış, kazaya bırakmış, bir günah işlemiş; şimdi onu ödeyeceğim diye bu sefer burdaki sevaplı işleri bırakıyor. Olur mu? Bir kabahat işlemiş, o kabahati temizlemek için, birçok iyi şeyi yapmıyor. Olur mu? Olmaz!..

Onun için, kardeşlerimiz duha namazını kılacak, işrak namazını kılacak, evvâbin namazını kılacak, gece namazını kılacak, teheccüd namazını kılacak. Ondan sonra Allah’tan öteki borçlarını da ödemesi için yardım isteyerek, fırsat buldukça ötekileri de kılmağa girişecek. Mâdem zamanında kılmamış, bir edepsizlik etmiş; onu yavaş yavaş ödemeğe gayret edecek. Hadis-i şeriflerde kılın diye Efendimiz’in tavsiye ettiği namazları kılmamak sûretiyle, ikinci bir edepsizlik yapmayacak. İkinci bir fırsat kaçmış oluyor bu sefer elinden…

O bakımdan bu mantık mantık değildir. Bizim mezhebimizde böyle şey yok… Onları kılacak!.. Hem, kabul olmaz sözü bayağı ayıp…

–Allah bunu kabul etmez!

–Nerden bildin? Sen Allah’ın vekili misin? Allah’ın gönderdiği selâhiyetli şahıs Peygamber Efendimiz, “Şu namazları kılın!” diyor. Sen de dikilmişsin kılacak insanın karşısına: “Sen kılma, kabul etmez Allah! ” diyorsun.

Tövbe estağfirullah… İnsanların aklı karıştı mı, nasıl karışıyor. Sen bizi akıl nimetinden mahrum etme yâ Rabbi!..

Soru: Kaza namazına nasıl niyet edilir?

-Kaza namazına niyet edilirken, “Yâ Rabbi, kılmam gereken, üzerime borç olan, kazaya kalmış olan en son öğle namazını ödemeye… En son ikindi namazını ödemeye…” diye sondan da başlayabilir; “En evvelki borcumu ödemeye…” diye baştan ödemeye de başlayabilir.

Soru: Nafile namazlarda, sağlıklı ve sağlam olduğu halde oturarak kılınması efdal olan var mı; varsa, hangileridir?

-”Ayakta kılınacak bir namaz, oturarak kılındı mı, fazileti %50 azalır, yarı yarıya iner.” diye hadis-i şerif var… Yalnız Pakistanlı kardeşlerimizde gördüm, burda da bir iki defa söyledim; bizim Rahmetullahi Aleyh Hocamız da gece yatma namazında bazan yapardı. Yatsıdan sonra abdest alıyor, yatacak. O yatmadan evvel kılınan namazı, oturarak kılıveriyorlar.

Peygamber Efendimiz’den öyle bir rivayet var da, ondan yapıyorlarsa, o rivayete uygun olsun diye yapıyorlarsa; o zaman uygun olur. Peygamber Efendimiz’e uyma aşkıyla yapmış oluyorlar.

Soru: Namazda otururken, Ettahiyyatü’yü okurken şehadet parmağını kaldırmak nasıl olacak?

-”Eşhedü en lâ ilâhe” derken parmak kalkacak, ondan sonra inecek. Hadis-i şerifte bildirilmiştir. Peygamber Efendimiz de böyle parmağını kaldırırdı.

Soru: Sehiv secdesini Tahiyyat’tan sonra mı yapacağız, yoksa Allahümme Salli ve Barik’ten sonra mı; bilgi verir misiniz?

-Sehiv secdesine varmak için, Allahümme Salli’yi, Bariği okuyup, ondan sonra selâm verip secde etmesi gerekiyor.

Soru: Memleketimiz Konya… Okulumuz Ankara’da… İstanbula üç ay için çalışmağa geldik. Ankara’ya birkaç günlüğüne gittiğimizde namazlarımızı seferî olarak mı kılacağız. mukim olarak mı kılacağız?

-Bir insanın asıl vatanı, doğduğu, evinin olduğu yerdir. Onbeş günden fazla durmak niyetiyle gittiği ve ikamet ettiği yer de vatan-ı ikamettir. Yâni, ikametten dolayı vatan olmuş oluyor; ordan ikameti kalkarsa vatan değildir. Bir insan vatan-ı ikametten ayrıldığı zaman, vatan-ı ikamet bozulur; onun vatan-ı ikametliği kalmaz

Onun için, şimdi İstanbul’a gelmiş, üç aylığına burada mukim olmuş. Kendisi Konyalı olduğu için, iki-üç günlüğüne Ankara’ya gittiği zaman seferî olur.

Soru: Namaz kılmayan bir kadının yaptığı yemekler yenir mi?.. Namaz kılan bir kimse, namaz kılmayan eşiyle bir arada yatabilir mi?..

-Bir kimse namaz kılmıyorsa, mü’minse, imanı varsa inkâr etmiyorsa… “Namaz da ne imiş?” derse kâfir olur. “Namazın rükûsu da ne imiş? Kıraat de ne imiş? ” derse yine kâfir olur. Neden? Farz olduğunu biliyoruz çünkü… Bir farzını inkâr etse bile yine kâfir olur, dinden çıkar. Çünkü Allah’ın belli olan bir emrini, belli olduğu halde reddetmiş ve inkâr etmiş oluyor; kâfir olur. Ama red ve inkâr etmiyor da, alışmamış, tenbel, haylaz, şeytana uyuyor, nefse uyuyor, kılamıyor; günahkâr olur. O zaman kâfir olmaz. Aradaki farkı iyi bilmek lâzım!..

Günah-ı kebâir, yâni büyük günahlar insanı imandan çıkartır mı? Çıkartmaz. İşlediği günahlardan dolayı boyundan büyük veballer yüklenir, çok günah yüklenir ama; imandan çıkmaz. Kâfir diyemeyiz, müşrik diyemeyiz, günahkâr müslümandır deriz. Tevbe edebilir. Allah affederse affeder veya cezâlandırır; onu Rabbimiz bilir.

Binâenaleyh, bir kadın namaz kılmıyorsa… Mü’min ama kılmıyor. Keşke, küçükten anası babası öğretseydi. Alışkanlık haline gelmeyince, sonra nasıl zor oluyor. Küçükten öğretmek lâzım!.. Büyüyünce şimdi, kocası zorlasa kılmaz, babası zorlasa kılmaz. Evlendim der, sana ne der… İş işten geçmiş oluyor. Bu bir ayrı facia… Çocuklarımızı namazı seven, Rasûlüllah’ı seven, sünneti seven insanlar olarak yetiştirmek gayretinde olmalıyız.

Ama, bir kadın sırf tembelliğinden, şeytana uymasından namaz kılmıyorsa, bundan dolayı kâfir olmaz. Yaptığı yemek yenir. Namaz kılan eşiyle bir arada yatabilir.

Soru: Müslümanım deyip namaz kılmayan kimseyi, namaz kılması için zorlamak var mıdır?

-Vardır. Çocuğu ise, döğecek bile… İlkönce ikaz edecek, biraz korkutup alıştıracak. Büyük insanda, mezheplere göre târikus salâtın, namazı terkedenin hükmü nedir diye çeşitli görüşler olmakla beraber, kılmamakta ısrar ederse hapis bile edilir; sen niye kılmıyorsun diye… Hattâ bazı sert mezhepler vardır; “Kılmamakta ısrar eden öldürülür!” diye hükmedilmiştir. İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ın mezhebinde, Ca’ferî fıkhında öyle yazar.

Soru: Kısa kollu elbise ile namaz câiz mi?

-Kısa kollu elbise ile namaz câizdir (erkekler için). Hem de kerahatsiz caizdir. Ama şu şartla: “Bir insanın üzerindeki elbisenin kolu uzun olup da, kolunu kıvırır da namaza öyle durursa; mekruh olur. Çünkü uzun koldu, kıvırdı, kısa yaptı; bu, saygısızlık alâmeti… Ama, elbisenin biçilişi kısa kolsa; kısa kollu olduğu için, onda kerahat yoktur.” diyor. Ömer Nasûhî Bilmen kitabında böyle yazmış.

Fakat, genel bir kaide olarak kardeşlerimiz şunu bilsinler: Cami ibadet yeri olduğundan, Allah’ın huzuru olduğundan;

(Yâ benî âdeme huzû zîneteküm inde külli mescidin) Her mescide giderken, insanın en güzel, en temiz, en alımlı şekilde giyinmeğe çalışması, ibadete saygısının gereğidir. O bakımdan, camiye mümkün olduğu kadar ciddî kıyafetle gelmeye çalışmak da tavsiye edilir.

Benim temennim, arkadaşlara tavsiyem –kendi de öyle yapıyorum, görüyorsunuz– uzun kollu giyinmeleridir. Hem çocuklarınıza, hem kendinize, hem bebelere, kim olursa olsun mümkünse uzun kollu giydirmeğe çalışın!..

Uzun kollu yazlık elbise arıyoruz çarşıda pazarda; bulmakta bayağı zorluk çekiyoruz. Suudî Arabistan’a gidiyorsun; etekler uzun, kollar kısa… Biz uzun yapalım!..

Ama bir insanın gömleği kısaysa, onunla camiye gelmişse, namaz kılmışsa; namazı caizdir. Bunu da peşin olarak söylüyoruz. Yâni, alacağınız zaman uzun kollu almanızı tavsiye ederim, fakat bunun da mahzuru yok…

Soru: Sarık sardığımız ve secdeye gittiğimiz zaman, alnımız ve burnumuz yere değmiyor; namaz kabul olur mu?

-Peygamber Efendimiz’in, sarık üzerine secde ettiğine dair hadis-i şerif geçen derslerde okuduk. Sarık alınla yer arasına girmişse, bir mahzuru yoktur. Ama, tamamen sarığa dayalı olarak secde yapılıyorsa, o zaman olmaz. Alnın, burnun yere değmesini sağlamak lâzım. Arkaya ittirirsiniz, sağlarsınız.

Soru: Sandalyede namaz kılınır mı? Bugün bazı camilerde ön safa sandalye konulması doğru mu?

-Bir insan namazı ayakta tam kılabilirse ayakta kılar. Kılamazsa, oturarak kılması caizdir. Kılamazsa, başıyla imâ ederek kılması olur. Mazereti ağırlaştıkça, namazı da hafifler, rahatlaşır.

Onun için, insan oturarak namaz kılabilir. Fakat, sandalyeyi camiye getirmek ve camide sandalyeyle namaz kılmak doğru değildir. Adam sandalyesini yükleniyor sırtına, camiye getiriyor, kenara koyuyor, orda kılıyor. Arkada kılıver, ayağını uzatarak otur. Yâni, sandalye olmadığı yerde, eğilemeyen insan başka türlü oturabilir.

Camilerin tertibini bozmayalım, bid’atlar çıkarmayalım!..

Soru: Yatsı namazından sonraki tesbihler bid’at mıdır?

-Hayır! Namazlardan sonraki bütün tesbihler sünnet-i seniyyedir. Peygamber Efendimiz’den tavsiyedir. Bizim sabah ve yatsı namazından sonra bu camide yaptığımız özel zikir de hatm-i hâcegândır. Hatm-i hacegân da Hızır AS’ın öğrettiği bir sevaplı zikirdir.

Soru: Namazlardan önce camide ihlâs okumanın bir mahzuru var mıdır? Bazıları mekruh diyorlar, bazıları da okumayınca karşı çıkıyorlar.

-Yoktur, çünkü Kur’an suresidir, sevaptır. Bu bizim camilerde daha önceleri böyle aşikâre okunuyordu. Bunun faydası şu oluyor: “Bak artık sünnet kılma zamanı azaldı, biraz sonra kamet getirilecek!” gibi bir mânası, işareti oluyordu. O bakımdan faydalı… Ama, Kur’an okumak sevap olduğundan, aynı zamanda da sevaplı…

Soru: Uyumadan seher vakti kılınan namaz da teheccüd namazı olur mu?

–Tabii, teheccüd namazı uykuyu bölüp, uykudan kalkıp kılınan namazdır ama; işin oldu, uyuyamadın, geç geldin… vs. O vakitte kılınınca yine teheccüd namazı olur.

Soru: Bir arkadaş hem namaz kılıyor, hem içki içiyor. “Bu kötü alışkanlığını bırak!” dediğimizde, “Onun yeri ayrı, onun yeri ayrı…” diye cevap veriyor. İkisinin bir arada yapılması hakkında bilgi verir misiniz?

-Aziz ve muhterem kardeşlerim, bu çok büyük bir hastalıktır. Bizim Türkiye’de müslümanlar, fikrî bakımdan çok çeşitli hastalıklara tutulmuşlardır. Kimisi veremden beterdir, kimisi kanserden beterdir, kimisi aidsten beterdir. Bir büyük meşhur fikir hastalıklarından bir tanesi budur. “Onun yeri ayrı, onun yeri ayrı…” Öyle saçma şey mi olur?.. Bu kadar saçma şey olamaz yâni… İnsan Allah’ın emrini tutacak, Allah’a teslim olacak. Müslüman ne demek, müslim ne demek?.. Kendisini Allah’a teslim eden kul demek…

Hani geliyor askerlik şubesine, 19 yaşında – 20 yaşında delikanlı… Diyor ki: “Tamam, ben geldim; filâncanın oğlu falancayım, askerlik yapmağa geldim!” diyor ya… Müslim ne demek?.. Kendini Allah’a teslim eden… Onun emrini tutacak; onun emrine razı, buyruğuna razı… Haramlarını haram belleyecek, haramlardan sakınacak… Helâlleri helâl belleyecek, emirleri emir belleyecek, yapacak… Müslüman bu demek… “Yâ Rabbi ben senin buyruğunu tutmağa razı oldum. Tevbe ettim, yanlış yolu bıraktım, doğru yola geldim.” demek…

Şimdi böyle söyleyen insanların hali ne olur, biliyor musunuz?.. Sonunda imansız gider. Çünkü oyuna gelmez bu iş, oyuncak değil; alaya gelmez!.. İnsan elinden geldiğince Allah’ın yolunda gitmeğe çalışacak, her günahtan kaçınmağa çalışacak!..

Hattâ büyüklerimiz demişlerdir ki: “Günahın küçüğü bile olmaz.”

–Canım küçük günah aldırma!..

–Hayır! Küçük günahlar bile yapıla yapıla büyür, ejderha gibi olur. Solucan gibiyken ayağınla def edebilecekken, ejderha gibi olur, yedi başlı olur. Ondan sonra, padişahın oğlu gelse kesemez kafasını…

O bakımdan bu kötü huyları atmak lâzım!.. Bu çok fena bir hastalıktır.

–Onu da yaparım, onu da yaparım… Onun yeri başka, onun yeri başka…

–Haa, böyle yaparsan cehenneme gidersin. Çünkü bu, Allah’ın diniyle alay etmek gibidir. İnsan elinden geldiğince Allah’ın yolunda gitmeğe çalışacak da, nefse uyarsa, şeytana uyarsa, ayağı kayarsa kayacak; o ayrı… Kayarsa, yine tevbe edecek, yine yola gelecek. Ama “Onun yeri başka, onun yeri başka…” diye haramı helâl sayarsa, o zaman kâfir olur insan… Bu, küfür kokan bir duygudur, çok tehlikeli bir hastalıktır.

Bir de “Zaman sana uymazsa, sen zamana uy!” diyorlar. Bu da “Bu zaman küfür zamanıdır, gel kâfir ol!” demenin bir başka ifadesidir. Öyle şey yok!.. İslâm’ın emirleri 1400 yıldır hep aynıdır. Kâinat var olduğu müddetçe, kıyamet kopuncaya kadar hep aynı olacaktır, hiç değişmeyecektir. İçki haramsa, haramdır. Namaz farzsa, farzdır.

–Üç vakte indiremez miyiz?

–Hayır! Dörde de indiremezsin, üçe de indiremezsin, bire de indiremezsin.

–Pazar günleri kılsak olmaz mı?..

–Hristiyanlar öyle yapıyor. Onlar dinlerini kestiler, kestiler, kestiler… Onların dinleri artık işe yaramaz hale geldiğinden, Allah İslâm’ı gönderdi. Bozdukları için gönderdi. Bozmasalardı devam edecekti. Kâfirler gibi, hristiyanlar gibi olmayalım!.. Allah’ın emirlerini ciddiyetle uygulamağa çalışalım.

Eğer ciddiyetle uygulamazsa insan, bir edepsizlikten, bir böyle şapşal konuşmaktan, bir böyle edepsizce düşünceden dolayı –Allah saklasın– öyle bir felâkete uğrar ki, belini doğrultamaz. Sülâlesinin beli doğrulmaz. Onun için bu gibi hallere düşmeyin!..

Müslüman nasıl olacak?.. İmana geldikten sonra tekrar günah işlemekten, tekrar o eski hale gelmekten, ateşe atılmaktan korkar gibi korkacak!..

Bunlar züğürt tesellisidir, beynamaz özrüdür. Günaha devam etmek için şeytanın uydurduğu bahanelerdir. Şeytan insana çok bahaneler bulur, insanları çok aldatır. Zâlimi zulüm yönünden aldatır, âbidi ibadet yönünden aldatır; ille bir kusura, günaha sokar. Bu kardeşimizi de demek ki öyle aldatıyor. “Onun yeri ayrı, onun yeri ayrı…” O zaman insan mahvolur. Allah saklasın…

Kur’an-ı Kerim’de buyuruyor ki Allah-u Teâlâ Hazretleri:

(Efetü’minûne biba’dıl kitâbi ve tekfurûne biba’d) “Allah’ın bazı ayetlerine, kitabının bazı cümlelerine inanıyorsunuz da, ba’zılarına kâfir mi oluyorsunuz? Bunun cezâsı ne kadar büyüktür, biliyor musunuz?” diye Allah-u Teâlâ Hazretleri, böyle ikili, kaypak, oynak olanların cezâsının büyüklüğünü bildiriyor bu ayet-i kerimede… Sakın ha, böyle cahilliklere düşmeyin!..

Prof. Dr. Mahmut Es’ad Coşan’ın Güncel Meseleler- 1 kitabından alınmıştır.

 
1-KUR'AN'I ANLAMAYA GİRİŞ İLE İLGİLİ SIKÇA SORULAN SORULAR
 
 
 
Soru:

Bir kimse kitap yazmak gibi herhangi bir şeyle meşgul iken birisi gelip Kur'ân-ı Kerim'i yüksek bir sesle okusa onu dinlememekte bir sakınca var mıdır?

 
Yanıt:

Bir kimse kitap yazmakla meşgul iken birisi gelip yüksek sesle Kur'ân-ı Kerîm tilavet eder ve onu dinlemek mümkün olmazsa yüksek sesle Kur'ân-ı Kerîm'i tilavet eden kimse vebale girer. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'i dinlemek Hanefî mezhebinde vaciptir. Meşgale sebebiyle dinlemek mümkün olmadığı halde yüksek sesle okumak caiz değildir. Bunun için Kur'ân-ı Kerîm'i okuyanın yanındakileri dinlemesi mümkün değilse sessizce okuması gerekir. Şafiî mezhebine göre ise Kur'ân-ı Kerîm'i dinlemek vacip değil, sünnettir.

Soru:

Bir kimsenin cebinde, üzerinde âyet-i kerime yazılı bulunan para veya parmağında Allah'ın veya Peygamber'in ismi yazılı bulunan bir yüzük bulunsa helaya gidebilir mi?

 
Yanıt:

Cebinde üzerinde âyet-i kerîme veya Allah'ın ismi yazılı bulunan para veya parmağında Allah ve Peygamber ismi bulunan bir yüzük bulunursa helaya gitmek istediği zaman onu çıkarması îcâb eder. Enes bin Malik'ten rivayet edilmiştir: Peygamber (sa.) helaya gittiği zaman elindeki yüzüğü çıkarırdı. Çünkü üzerinde "Muhammed Resûlüllah" ibaresi yazılı idi.

Soru:

Bir sergi veya bir namazlık üzerinde bir âyet-i kerîme veya Allah'ın ismi yazılı bulunsa üzerine oturmak veya namaz kılmak caiz midir?

 
Yanıt:

Bir sergi veya namazlık üzerine âyet-i kerîme veya Allah'ın isim yazılı olursa üzerine oturmak veya namaz kılmak caiz değildir. Ayet-i Kerîme'ye ve Allah'ın ismine karşı sû'i edebdir.

Soru:

Kur'ân-ı Kerîm okuyan veya yemek yiyen kimselere selâm verilir mi?

 
Yanıt:

Selâm vermek İslâm dininde, imânın şi'arı ve mü'-minin diğer bir mü'min için değerli bir duâsıdır. Fakat selamın, zaman ve yeri vardır. Yani her zaman ve her yerde selâm verilmez. Zikir, fikir, okumak ve namaz gibi ibâdetle meşgul olan kimseye de selâm vermek caiz değildir.

Soru:

Kur'ân-ı Kerîm ve dini kitaplarla alış-veriş edip ticaret yapmak caiz midir? Bunları ticarete alet etmek doğru bir hareket mi?

 
Yanıt:

Kur'ân-ı Kerîm ile dinî kitapları bastırıp onlarla alışveriş yapmak caizdir. Kutsal kitabımızı ve dinî eserlerimizi dünyaya ve ticarete alet edilmesin diye onların basılmasını ve ticaretini yasaklamak okunmalarına ve yayılmalarına sed çekmek anlamına gelir. Bu da islam'a ve Kur'ân'a düşmanlık yapan kimsenin işine yarar. Kur'ân-ı Kerînrin satışı meselesi İbn'i Abbas'a soruldu, İbn'i Abbas (ra.) şöyle cevap verdi: Bunda beis yoktur. Çünkü hattatlar el emeğini alıyorlar.

Soru:

Kur'ân-ı Kerîm'i müslüman olmayan ülkelere götürmek caiz midir?

 
Yanıt:

Kur'ân-ı Kerîm'i müslüman olmayan memleketlere "ehli küfrün eline düşme korkusu olmazsa" götürmekte beis yoktur. Ehli küfrün eline düşmesi muhtemel ise onu götürmek caiz değildir. İbn'i Ömer'den şöyle rivayet edilmiştir: "Peygamber (sa.) Kur'ân'ın düşman memleketlerine götürülmesini nehyetti" (Buhâri ve Müslim).

Soru:

Kur'ân-ı Kerîm'i öğrenebilmek için çocukların her gün birkaç saat Kur'ân dersine devam etmeleri gerekir. Her zaman abdestli kalmaları zordur, ne yapmak îcâb eder?

 
Yanıt:

Ekseriya Kur'ân-ı Kerîm'in öğrenimi küçük yaşta olduğundan çocukların daimi surette abdestli kalmaları" zor ve meşakkatlidir. Çocukları her zaman abdest almağa zorlamak nefret etmelerine vesile olabilir. Bunun için mümeyyiz olan çocukların abdestsiz olarak Kur'ân-ı Kerîm'i taşımaları caizdir.

Soru:

Kur'ân-ı Kerîm'i öpmek, bir meclise getirildiği zaman onun için ayağa kalkmak caiz midir?

 
Yanıt:

Şüphesiz Kur'ân-ı Kerîm, İslâm'ın mukaddes kitabı olup kendisine tazim edip saygı göstermek gerekir. Yalnız ona karşı yapılan tazim ve saygı onu anlayarak okuyup, ahkâmını tatbik etmek, ruh ve kalblerde onu işlemektir. Sadece zevahiri kurtarmak kâfi gelmez. Peygamber (sa.) ile nûranî cemaatı, daha fazla buna ehemmiyet vermişlerdir.

Soru:

Kur'ân-ı Kerîm'i ücret mukabilinde okumak caiz midir? Peygamber'in (sa.) zamanında ölü için Kur'ân-ı Kerîm okunur muydu?

 
Yanıt:

Kur'ân-ı Kerîm'i tilavet etmek büyük ibâdetlerden biridir. Cenâb-ı Hak muhtelif âyetlerde Kur'ân-ı Kerîm'i tilavet eden kimseleri medh ve sena ederek büyük mükafatlarla mükafatlandıracağını vadediyor. Peygamber (sa.) de Kur'ân-ı Kerîm "in her harfi için on hasene olduğunu müjdeliyor. Yalnız başkası için Kur'ân-ı Kerîm'i tilavet etmek hususunda ihtilâf vardır. İmam Şâfi'î ile birçok ashab; namaz, oruç ve zekât gibi ibâdetler başkası için caiz olmadığı gibi tilavet de başkası için caiz olmaz diyorlar. Hanefî ulemâsı ile Safi'i ulemâsının bir kısmı duaya kıyas etmek suretiyle başkası için Kur"ân-ı Kerîm'i okumak caizdir diyorlar. Ancak Şafiî mezhebine göre kabristanda ve meyyitin yanında Kur'ân-ı Kerîm'i okumak rahmetin inmesine vesile olduğu gibi birisini kalbden hatırlayıp okunan "Kur'ân-ı Kerîm "in sevabı kadar filan adama ver" diyerek dua etmek de hatırlanan adamın (kimsenin) rahmete mazhar olmasına vesile olur. Bu takdirde tilavet ücreti alınabilir. Ama Hanefi mezhebinde ise ta'at ve ibâdet karşılığında ücret almak haram olduğundan Kur"ân-ı Kerîm'i menfaat karşılığı okumak caiz değildir. Ücret alan da mesul, veren de mesuldür. Peygamber (sa.) şöyle buyuruyor: "Kur'ân-ı Kerîm'i tilavet ediniz. Fakat karşılığında ücret alıp menfaat sağlamayınız." Ancak Hanefi mezhebinin son âlimleri ezan, imamet, va'z ve Kur'ân-ı Kerîm öğretmek mukabilinde ücret almaya cevaz vermişlerdir. Çünkü ücret mukabilinde muayyen kimselere bu vazife yaptırılmazsa vazife aksaklığı olacak ve şeair-i İslâmiyyenin ortadan kalkmasına sebep olacaktır. Peygamber (sa.)'in zamanında ölü için Kur'ân-ı Kerim okunduğuna dair sahih bir hadîs vârid olmamıştır. Ancak yukarda belirttiğim gibi Hanefi ulemâsı, duaya kıyasla, ölmüş olan kimse için okunur diye hüküm etmişledir. 

Soru:

Kur'ân-ı Kerîm'in hatmi münasebetiyle cemaat hâlinde dua etmek hususunda bir şey vârid olmuş mudur?

 
Yanıt:

Kur'ân-ı Kerîm'in hatmi münasebetiyle cemaat halinde dua etmek müstehabdır. Ahmed bin Hanbel'in rivayetine göre Enes bin Malik Kur'ân-ı Kerim'i hatm ettiği zaman zevcesi ile çocuklarını toplayıp dua ediyordu. Fakat Hanefî ulemâsından bazılarına göre Kurân-ı Kerîm hatm edildiği zaman cemaat halinde dua etmek mekruhtur. Çünkü Peygamber (sa.)'den böyle bir şey vârid olmamıştır.

 
Soru:

Kur'ân-ı Kerîm'in küçük sûreleri okunduğu zaman tekbir getiriliyor, bunun aslı var mıdır?

 
Yanıt:

Kur'ân-ı Kerîm'in küçük sûreleri okunduğu zaman tekbir getirmek sünnettir. Übey bin Ka'b (ra.) Kur'ân-ı Kerîm'in küçük sûrelerini Peygamber'in (sa.) huzurunda okudu. Peygamber (sa.) de her sûrenin sonunda tekbir getirmesini emretti. Ebû Bekir (ra.) Dûha sûresinden itibaren her sûrenin sonunda tekbir getirilmesini hoş gördü.

 
Soru:

Kur'ân-ı Kerîm'in tercemesi hususunda zaman zaman çelişkili sözler söylenmektedir. "Caizdir" diyen olduğu gibi "caiz değildir" diyen de vardır. Bu hususu açıklar mısınız?

 
Yanıt:
İki çeşit terceme vardır:
1-Harfi terceme; Yani ilave ve açıklama yapmadan tertip ve mânâlarına tam riâyet ederek bir müradif -eş anlamlı- getirmek suretiyle bir sözü bir dilden başka bir dile nakletmek.
2-Manevî terceme: Yani bir sözü tertip ve murad olan tüm mânâlarına riâyet etmeden başka bir dil ile izah ve şerh etmektir. Kur'ân-ı Kerîm'i harfiyyen tercüme etmek yani Kur'ân-ı Kerîm'in namını, üslubu ve kelimeleri yerine başka bir nazm, üslup ve kelime koyup yüklendiği bütün mânâ ve maksatları ona yüklemek mümkün değildir. Kur'ân-ı Kerîm'in manevî tercümesi ise caizdir. Bunda hiç bir sakınca yoktur.
 
Soru:

Nesh nedir? İslâm dininde vaki midir?

 
Yanıt:
Nesh sonradan gelen bir şer'i hüküm ile önceki hükmü yürürlükten kaldırmaktır. Ebû Müslim el-isfahanî "Ne önünden, ne arkasından kendisine batıl gelmez" mealindeki âyet-i kerime'ye dayanarak İslâm dininde nesh yoktur? diyor. Cumhûr-u ulemâya göre neshin vukuu mümkündür ve vaki olmuştur. Nesh'in vukuuna delalet eden çok âyet bulunduğu gibi çok hadîs de vardır. Birkaç misâl verelim:
1-Peygamber (sa.) Medine-i Münevvere'ye hicret ettikten sonra Allah'ın emriyle birbuçuk yıla yakın müslümanlar Beytü'l-Makdis'e doğru namaz kıldılar. Fakat Peygamber (sa.) dünyada ilk mabed olarak inşa edilen ve İbrahim el-Halil (sa.) tarafından yeniden bina edilen Kabe'yi çok sevdiğinden kıble olması için başını göğe katdıra-rak Allah'a yalvarıp durdu. Cenâb-ı Hakk da Peygamber (sa.)'in bu içten gelen duasını kabul buyurup şu âyet-i kerimeyi inzal buyurdu: "Göğe doğru yüzünün dönüşünü görüyoruz. Bunun için hoşuna gidecek bir kıbleye doğru yüzünü çevirteceğiz. Mescidü'l-Haram'a doğru yüzünü çevir". Ve böylece Beytü'l-Makdis kıble olmaktan çıktı.
2-İslâm'ın ilk günlerinde bir kadın, kocası vefat ettiğinde bir yıla kadar iddet beklerdi. "Eşlerini bırakıp ölenler bir yıla kadar evlerde kalıp iddet beklemeleri ve faydalanmaları için vasiyet etsinler". Sonra "bir sene kadar" hükmünü kaldırıp dört ay on güne indiren ve önceki âyet-i kerîmeyi nesh eden şu âyet-i celîle nazil oldu: "Eşlerini bırakıp ölenlerin eşleri dört ay on gün bekleyeceklerdir".
3-Müslümanlar çok az oldukları zamanlarda bir müslümanın on kafire karşı savaş sahasında sebat etmesi için Allah'ın emri vardı. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: "Sizden sabreden yirmi kişi olursa ikiyüz kişiyi mağlup edebilir". Müslümanlar çoğaldıktan sonra bir müslümanın iki kafire karşı sebat etmesini emredip önceki âyet-i kerîmeyi nesh eden şu âyet-i kerîme nazil oldu: "Allah sizdeki güçsüzlüğü bildi. Bunun için sizden sabreden yüz kişi olursa ikiyüz kişiyi mağlup edebilir".
Ayet, âyeti ve hadîsi neshedebildiği gibi, hadîs, âyet ve hadîsi neshedebilir. Çünkü din ve ahkâm ile ilgili bulunan Peygamber'in hadîsleri yine vahye dayanır. Meselâ Kur'ân-ı Kerîm namaz kılınmasını emrediyor. Ama bu namaz kaç vakittir. Ve her birisi kaçar rekâttır. Her rekâtta ne kadar rükû, ne kadar sücûd vardır, bütün bunları âyet-i kerîme değil, hadîs beyân etmiştir. Ve bunu inkâr etmek de küfürdür. Yine âyet-i kerîmeler zekâtın verilmesini emrediyor. Ama neyin zekâtı, kaçta kaç verileceğini belirten âyet-i kerime değil, hadîs-i nebevidir. "Zina eden erkek ile zina mealindeki Ayeti nesheden hadîs için misal: eden kadının her birisine yüzer değnek vurunuz" âyet-i kerîme evli olsun, bekar olsun zina cinayetini işleyen kimsenin cezasının yüz değnek olduğunu ifâde ediyor. Sonra Peygamber (sa.) zina eden kimse evli olduğu takdirde recm edilmesini emrediyor. Ve böylelikle hadîs âyetin umumî hükmünü kaldırıp nesh ediyor.
Soru:

Para ve elbise üzerine Kur'ân-ı Kerîm âyetleri yazılsa onlara dokunmak veya onları taşımak caiz midir?

 
Yanıt:

Hanefi mezhebine göre altın, gümüş veya kağıt para üzerine bir sûre veya bir âyet yazılırsa ona dokunmak caiz değildir.

Soru:

Yatakta Kur'ân-ı Kerîm okumak caiz midir?

 
Yanıt:

Kur'ân-ı Kerîm'i okumak isteyen kimsenin abdest alıp kıbleye doğru oturması, huşu ve mânâsını düşünerek okuması sünnettir. Bununla beraber ayakta ve yatarken de Kur'ân-ı Kerîm'i tilavet etmekte beis yoktur.

Kur'an'ın Anlamıyla Buluşmak Platformu      Kur'an'ın Anlamıyla Buluşmak Platformu tarafından derlenmiştir.  

 RAMAZAN AYI İLE İLGİLİ HADİS-İ ŞERİFLER-2

         

                

 

 

                         

 

 

                      

 

 

 

alt

3- MADDEDEN İNSANA DEĞİŞİMİN ÖYKÜSÜ

Bir kimyacı olarak değişim konusuyla muhatap olduğumda, aklıma hemen elementler geldi. Tabiatta 100 civarında element olduğu halde milyonlarca bileşik olmasının nedeni, elementlerdeki değişim arzusudur. Elementler temelde metal, ametal ve soygaz olarak kısımlara ayrılırlar. Bütün elementlerin rol modeli soygazlardır. Son yörüngelerinde 8 elektron bulunduran bu elementler ideal hale ulaşmış yani kâmil element formundadırlar. Diğer elementler de kâmil element olan soygazlara benzemek için çaba gösterirler. Kendi elektron sayılarına en yakın olan soygaza elektron sayılarını benzetmek için ya elektron verir ya elektron alır, ya da elektronları paylaşma yoluna giderler. Soygazın elektron sayısından 1,2 ya da 3 elektron fazlası olan metaller bu elektronları vererek soygaza benzerler. Soygazın elektron sayısından 1,2 ya da 3 elektron eksiği olan ametaller ise elektron alarak soygaza benzerler. Bu durumda kâmil elemente benzemek isteyen metaller ile ametallerin birbiri ile karşılaşmaya ihtiyacı vardır. Metallerin kemale ermek için vermeye, ametallerin kemale ermek için ise almaya ihtiyacı vardır. Tıpkı bizim hayatımızda karşılaştığımız farklı ilişkilerde olduğu gibi kemale ulaşmak için bazen vermek, bazen de almak gerekir. Hani; ya öğrenen, ya öğreten ol, üçüncüsü olma helak olursun hadisinde olduğu gibi. Bir de ametallerin kendi aralarında elektronlarını ortaklaşa kullanarak soygaza benzeme yöntemleri vardır ki tam gerçek müminler gibi, hani; “İki mümin birbirini yıkayan iki el gibidir.” hadisinde olduğu gibi. İkisi de alıyor, ikisi de veriyor; kaybeden olmadan kazananlar… Ortaya koydukları elektronlarını, ne senin ne benim, ikimizin anlayışı ile paylaşarak ideale ulaşır bu elementler. Burada ilgimizi çeken bir husus daha var metallerin ametallerle yaptığı bileşikler suda ayrışırlarken, ametallerin birlikte yaptığı bileşikler ise suda dahi ayrışmaz, çok kuvvetli bağlar oluştururlar. Ne kadar da insanların arasındaki ilişkilere benziyor değil mi? Ve işte dünyadaki milyonlarca bileşiğin kaynağını oluşturur elementlerin ideale kavuşma arzuları yolundaki elementlerdeki değişim çabaları… Acaba bizdeki değişim isteğinin yansımaları, toplamda ortaya çıkardığı sonuçlar ne ola ki? İki günü eşit olan ziyandadır buyuran, her gün çektiği 70 istiğfarın, bir önceki gündeki aştığı manevi makamındaki eksiklerinden dolayı olan bir peygamberin ümmetiyiz. Değişmek, her an, her nefeste… Kendini bilen rabbini bilir, derken kendinin farkına varan, değişime niyet eden kulun, değişimin sonucunda varacağı durak çok net ifade edilmiyor mu? Marifetullah…

Bizler de rol model olan peygamberimiz ve O’nun varisleri olan mürşidi kâmillere benzeme çabasına girdiğimizde hayatımıza giren insanlara bazen vererek, bazen onlardan alarak, bazen de onlarla paylaşarak aslında, ideale ulaşma yolunda birer merhale kaydediyoruz. İlk adım niyet sonra samimiyetle gayret ederek, yaradılış gayemiz olan insanı kâmile ulaşma yolunda hayatımızı bir bütün olarak algılamak ve hikmetinin peşine düşerek muzaffer olmak duasıyla vesselam.

Özlem Kara

 

 alt

2- PEYGAMBERİMİZ (S.A.V)'İN İLETİŞİM DİLİ

Allah’ın sonsuz salatü selamı yaratılmışların en şereflisi, en makbulü, en güzeli, en mükemmeli, örnek insan, eşsiz, emsalsiz Muhammed-i Mustafa’nın (s.a.v) üzerine olsun. O’nu gereğince tanımayı, sünneti seniyyesine uygun yaşamayı nasib eylesin. Rasulullah’ın (s.a.v) coşkun sevgisi içimizde O’nun pak âline, ashabına, ahbabına, varislerine doğru halka halka yayılsın.

 

O’nun aşkıyla yanan gönüllerden şöyle dizeler dökülmüş:

 

Yanan kalbe devasın sen, bulunmaz bir şifasın sen,
Muazzam bir sehasın sen, dilersen runümansın sen,
Habibi kibriyasın sen, Muhammed Mustafasın sen,
Cemalinle ferahnâk et ki yandım ya Rasulallah.

 

O’nun güzelliklerini anlatmakta dilimiz aciz kalır. “Allah’ın Resulü’nde, sizin için, pek güzel bir örnek vardır.”(Ahzab/21) Ey peygamber! Muhakkak biz seni, (ümmetin üzerine) bir şahit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak, hem de Allah’ın izniyle, bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik. (Ahzab/45-46) “Şüphesiz sen, pek büyük bir ahlak üzerindesin.” (Kalem/4)

 

Bütün asil nitelikler emsalsiz olarak O’nun karakterinde simgeleşmiştir. Mükemmel bir örnektir. Kuran-ı Kerim’i sözleriyle açıklayan, rehber olan, yol gösterip muallim olan O’dur.

 

Cahiliyye dönemini Mehmet Akif şöyle ifade ediyor:

 

“Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta, dişsiz mi bir insan onu kardeşi yerdi.”

 

Peygamber (s.a.v) Efendimiz böyle bir zamandaki kaba saba, gaddar, insanlardan; merhametli, şefkatli, edeb ve güzel ahlak timsali bir toplum meydana getirdi. Bunda hiç şüphesiz Kur’an’ın övdüğü güzel ahlakı ve belagat ve fesahatinin mükemmelliğinin de etkisi vardır.

 

Günümüzde uygulanan pedagojik yaklaşımlar, uzun araştırmalar sonunda ortaya çıkan, bir kısmı henüz bulunamamış birçok sonuçları Peygamber (s.a.v) efendimiz 1400 yıl önce uygulamıştır. Allah u Teâlâ Hazretleri O’na bedeni ve ahlaki bütün güzellikleri vermiş, dini ve dünyevi bütün üstünlükleri ihsan etmiştir. Allah (cc) kalplerimizi nurlandırıp, Habib’inin sevgisiyle doldursun.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v) gayet açık ve net konuşur, maksatlarını açık ve parlak bir şekilde söylerlerdi. Konuşurken tane tane sayılabilecek gibi söyler, sözlerinde derin manalar ve hikmetler bulunurdu; Cevamiül Kelim idi. Mesela; “Hikmetin başı Allah korkusudur.”, “Cezası en çabuk verilen, zulümdür.”, “Kanaat tükenmez bir hazinedir.”, “Kendisi için sevdiğini, kardeşi için de sevmedikçe, kişinin imanı kâmil olmaz”. Bu Hadisi Şerifler bazılarıdır. Bazen sözünü üç defa tekrar ederdi, ne fazla ne az, yerince söylerdi; muhatabının anlayacağı şekilde davranırdı. Çocukları çok sever, başlarını okşardı; saçını okşadığı çocuktan güzel kokular yayılırdı. Mübarek gülüşleri tebessüm etmekti. O’nun ahlakı Kuran ahlakıydı. Kur’an-ı Kerim’de: “(Resulüm!) Affetme yolunu tut, İyiliği emret ve cahillerden yüz çevir (kendini bilmezlerin söz ve hareketlerine karşılık verme).” (Araf/199) Buna benzer ayeti kerimeler pek çoktur. O Kur’an ile terbiye edildi; beşeriyet de O’nunla! Nur saçan kandil oldu bütün insanlık için.

 

Kimseye eziyet etmez, özür dileyenin özrünü kabul ederdi. Latife yapar ama hakikati söylerdi. Kendisinden asla yalan sadır olmamıştır. O (s.a.v) daima güler yüzlü, tatlı dilli ve toleranslı olmuş; bununla beraber sözlerini saygı ile dinletmeyi de başarmıştır. “(Ey insanlar!) Andolsun ki, size kendinizden öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. Size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.” (Tevbe/128) Ashabtan birini bir gün göremezse sorar, hasta ise ziyaret ederdi. Sahabelerinin hepsi en çok kendilerini sevdiğini düşünürlerdi. İnsanları sevgisini ifade etmeye teşvik ederdi.

 

“(Ey Rasulüm! Sen) Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, elbette onlar etrafından dağılıverirlerdi. O halde onları affet, onlar için mağfiret dile.” (Ali İmran/159)

 

Peygamberi Zişan Efendimiz (s.a.v) sadece insanlara değil, canlı cansız bütün varlıklara karşı merhametliydi. O’ndan ayrı kaldığı için inleyen hurma kütüğünü okşamış, kullandığı eşyalarına bile isim vermiştir. Mesela harpte giydikleri zırhın adı “zatü’l-füdul”, kılıcının adı “Zülfikar”, ibriklerinin adı “sadr”, aynasının adı ise “müdilleh” imiş. Devesinin ismi “kusva” atının ismi ise “mürteciz” imiş.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v); “Kıyamet günü bana en yakın oturacak kişiler, ahlâken en güzel olan kişilerdir ki; onlar mütevazı olurlar, hem severler, hem de sevilir, saygı görürler.” (Tirmizi) buyurmuşlar. Ve başka bir hadisi şerifte ise; “Kul bazen önem vermediği, Allah rızasını mucib bir kelime söyler de, Allah bu sebeple onun derecesini yükseltir. Yine kul (bazen) dikkat etmeden Allah’ın gazabını mucib bir söz söyleyebilir de onun yüzünden cehennemin derinliklerine atılıverir.” buyurmuşlardır.

 

Küçük bir dikkatle bazen, insan fıtratı harekete geçer, bir bakış, bir söz veya ses tonuyla düğümler çözülür; işitmek istemezse insan, kalbinin sesini bile susturur, işitmek isterse duyar. İstek irade halini almazsa, hemen sönüp gider. Kulak hakikate nüfuz ederse, göz kesilir. Yoksa söz kulakta kalır, gönüle tesir etmez.

 

Kendini Allah’a veren, nefsini terbiye etmek için mücahede eden ve şeriatin dizgini ile dizginlenen kişinin ahlakı, gerek söz gerekse davranış bakımından Kuran’ın talim buyurduğu esaslara uyması gerekir. Alışverişlerinde, insanlarla iletişiminde yine aynı esaslara riayet etmesi gerekir. Çünkü gerçek marifetlerin unsuru, dini ve dünyevi adab ve terbiyenin anahtarı budur. “Kim bu dünyada (hakikatlere) kör ise, o, ahirette de kördür; hatta yol bulmadaki şaşkınlığı daha da beterdir.” (İsra/72)

 

“Ey Rabbimiz! Gerçekten biz; Rabbinize inanın diye çağıran bir davetçiyi işittik, hemen iman ettik. Ey Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve canımızı iyilerle beraber al.” (Ali İmran/193).

 

En son ve hakiki din olan İslam’ın yaşantımızdaki en önemli yönlendirici unsur olmasını, adalet ve dürüstlüğün hâkim olduğu sevgi dolu mutlu günlerle birlikte temenni ve niyaz ediyoruz.

 

Nezahat Külekçi

 

Kaynaklar:
Feyzül Furkan Kuran-ı Kerim
Mehmed Zahid Kotku ( ks) Peygamber Efendimizin Şemaili
Mahmud Esad Coşan (ks) Başmakaleler 1
Kadi İyaz Şifa-i Şerif
Şahver Çelikoğlu Kırk Hadis Şerhi

 

 

 

 

alt

 1- PEYGAMBERİMİZDEN DUALAR

     alt

Senden af ve afiyet dilerim

- İbn Ömer’den (radıyallahu anhuma) rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sallahu aleyhi vesellem) sabah ve akşam şu duaları hiç terk etmezdi:

 “Allah’ım! Dünya ve ahirette senden af ve afiyet dilerim. Allah’ım! Dinim,  dünyam,  ailem ve malım hakkında senden af ve afiyet dilerim. Allah’ım!  Ayıplarımı gizle ve beni korkularımdan emin kıl. Allah’ım!  Beni önümden,  arkamdan,  sağımdan,  solumdan ve üstümden gelecek belalara karşı koru.  Altımdan, yere batırılarak helak edilmekten senin azametine sığınırım.”

 (Buhari, Edebü’l-Müfred, 1200; Ebû Davud, Sünen,4412.)

 

 Güç ve kuvvet ancak Allah'ın yardımıyladır

       alt  - Ebû Ümâme radıyallahu anh şöyle dedi:

      Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem birçok dua okudu, fakat biz ondan hiçbir şey ezberleyemedik.

          Bunun üzerine:

- Ya Rasûlallah! Pek çok dua okudun, biz onları ezberleyemedik, dedik. O zaman Rasûl-i Ekrem şöyle buyurdu:

    - “O duaların hepsini içine alan bir duayı size öğreteyim mi? Şöyle deyiniz:

Allahım! Peygamber’in Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in Senden dilediği hayırları ben de dilerim. Peygamber’in Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in Sana sığındığı şerlerden ben de Sana sığınırım. Yardım ancak Senden beklenir. İnsanı dünya ve âhirette muradına ulaştıracak Sensin. Güç ve kuvvet ancak Allah’ın yardımıyladır.”

                                                                                                                                    (Tirmizî, Daavât 89.)

 

           Rabbim! Beni destekle, beni mağlup eyleme
alt

 

Abdullah b. Abbas radıyallahu anh anlatıyor:

 

Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle dua ederdi:

 

 “Rabbim! Beni destekle, beni mağlup eyleme. Bana yardım et, benim aleyhime düşmanlarıma yardım etme. Hilelere karşı bana çıkış yolu göster, bana karşı kurulan tuzaklara fırsat verme.  Bana hidayet et, hidayeti benim için kolaylaştır. Zulmeden ve saldırmaya yeltenenlere karşı bana yardım eyle.  

 

Rabbim! Beni Sana şükreden, Seni zikreden, Senden korkan, Sana itaat eden, Sana ihlâs ve huşu ile bağlanan, Sana karşı bağrı yanan ve daima Sana sığınan kullarından eyle. Rabbim! Tevbemi kabul et, günahlarımı affeyle. Dualarımı kabul et. Delilimi sağlam kıl, kalbime hidayet et, dilimi doğrult, kalbimdeki kin ve nefreti söküp at.”

                                                                                                               (Tirmizi, Daavât, 103; Ebû Dâvûd, Salât, 1510. ) 

 

 
1