Perşembe, Kasım 21, 2024
   
Yazı
Çarşamba, 18 Eylül 2013 12:51

RUHUN MAHİYETİ

Yazan 
Öğeyi Oyla
(0 oy)

alt

RUHUN MAHİYETİ

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır

֖teden beri ruhun mahiyeti hakkında söz söyleyenler bunu başŸlıca üç ayrı bakışŸ açısından düşŸünmüşŸlerdir. Bu da hareket, hayat ve idraktir. HerşŸeyden önce ruh bir hareketin başŸlangıcı olarak tasavvur edilmişŸtir. Bizzat harekete geçiren her hareket ettirici kuvvet bir ruh, her hareket eden şŸey de onun eseri kabul edilmişŸtir. Buna göre, hiçbir hareket yoktur ki, bir ruh ile ilgili olmasın. şžu kadar var ki, bizzat hareket ettirenler doğŸrudan doğŸruya, dolaylı olarak hareket edenler de yine dolaylı yollardan bir ruha bağŸlı sayılırlar. Bu anlamda ruh, kayıtsız şŸartsız kuvvet karşŸılığŸı bir mânâya gelir. İster yalın halde olsun, ister çok yönlü olsun, ister şŸuurlu, ister şŸuursuz olsun, ister iradeli, ister iradesiz olsun hadd-i zatında harekete geçirme özelliğŸi bulunan her kuvvet bir ruhtur. Frenkler dinler tarihiyle ilgili araşŸtırmalarda bu görüşŸe "Animizm" adını vermişŸlerdir. Lakin ruhun bu mânâsı genel değŸildir. Bu hareketi, iradeli hareketlere tahsis edecek olursak, o zaman ikinci ve üçüncü mânâlara benzer veya eşŸdeğŸer veyahut daha özel bir amelî ve ahlâkî ruh mânâsı ifade etmişŸ oluruz. Çünkü iradeli hareket, hayat ve idrak ile eşŸ anlamlı, hatta onlardan daha fazla özelliğŸe sahiptir.

İkinci olarak ruh, bir hayat kaynağŸı olarak tasavvur olunmuşŸtur ki, bu birinciden daha özel bir anlayışŸtır. Zira hareket, hayatın belli başŸlı şŸartlarından sadece biridir. Her hayatta bir hareket vardır. Fakat burada hayattan maksat genel anlamda canlıların sahip olduğŸu hayattır. Çünkü bitkilere ait hayata hayat denmesi bu mânâya uygun olduğŸundan değŸildir. Zira bitkilerin hayatında bir yerden bir yere kitle halinde hareket yoktur. En meşŸhur mânâsıyle ruh denilince işŸte bu hayat kaynağŸı anlaşŸılır ve ruh bizatihi mevcut ve bizatihi canlı bir kaynak olmak üzere tarif olunur ki, RâğŸıp da bunu ifade etmişŸ demektir.

Üçüncü olarak ruh, gerek cüz'î, gerek küllî bir idrak mebdei (noktası) olarak kabul olunmuşŸtur ki, bu da ikinci görüşŸten daha özeldir. Zira hayat idrakin şŸartlarından biridir. Daha doğŸrusu idrak dediğŸimiz şŸey, algılama derecelerine göre hayatın bir eseridir. Demek ki, idrak sahibi her ruh canlıdır ve her canlı kendi kendine hareket etme güç ve kabiliyetine sahiptir. Bununla beraber her hareket edenin veya hareket ettirenin bu anlamda canlı olması lazım gelmeyeceğŸi gibi, her canlının da idrak sahibi olması göz önünde bulundurulacak bir noktadır. Bu suretle ruh veya canlı denildiğŸi zaman şŸuurun ilk mertebesinden akla ve kudsî kuvvete varıncaya kadar derece derece farklı mertebeleri yüklenebilen ve vücudun aslî ve gölgesel ikiliğŸini içine alan şŸuur ve idrak kaynağŸı kastedilir ki, bazılarına göre irade ve kendi kendine hareket etmek gibi hususlar bunun teferruatından sayılır. Bununla beraber duygu ve şŸuur, ruhun en genel belirleyici özelliğŸidir. İrade ve hareketin yalnızca şŸuura bağŸlı özellikler olduğŸu da göz önünde bulundurulmalıdır. Bu takdirde akıl, ruhun en ileri ve en mükemmel görünümü olmuşŸ olacaktır. Halbuki iradenin şŸuur veya akıl beraberliğŸi kabul edilse bile, bedende olan öteki belirtilerden daha üstün bir değŸere sahip bulunduğŸunda şŸüphe yoktur. Akla mahkum iradeler bulunduğŸu gibi, şŸehvet ve heveslere mahkum akıllar da vardır.

ޞu halde ruh denildiğŸi zaman his ve şŸuur, akıl ve idrak güçlerinden başŸka irade gücü gibi özellikleri de içine alan daha genişŸ ve etraflı bir hayat cevheri anlaşŸılmak lazım gelir. Gerçekte de ruh ilminden bahsedenler, ruhun hem nazarî, hem amelî kabiliyetlerini göz önünde bulundurmaya mecbur kalmışŸlardır. Asrımızın ruh ilmi (psikoloji) kitaplarında şŸuur, ruhun en umumî hadisesi kabul olunmaktadır. Bununla birlikte ruhî kuvvetler: Acı duyma, tad alma, hoşŸlanma ve nefret gibi duyusal kuvvetler; idrak, düşŸünce, tasarı ve tasavvurlar gibi zihinsel ve aklî kuvvetler; istek ve irade gibi harekete geçirici kuvvetler olmak üzere başŸlıca üç ana kuvvenin kaynağŸı olarak düşŸünülmektedir. O halde kendine mahsus anlamıyla ruh denilirken kendiliğŸinden hareket edebilme, daha doğŸrusu kendi kendini hareket ettirebilme, canlılık ve idrak gibi özelliklerin üçü birden göz önünde bulundurulmalıdır. Yani ruh, hayatın da, hareketin de, idrakin de esas sahibi olan bir varlıktır. EğŸer hayat kelimesi, sadece bir yönü ile alınmayıp bu üçünün de temsilcisi olarak alınacak olursa, o zaman bizatihi mevcut ve lizatihi canlı şŸeklinde tarif aynı mânâyı ifade ederek, en özel anlamıyla ruhun en aşŸağŸı mertebesini göstermişŸ olur. Aslında biz, duyu organları gelişŸmişŸ yüksek canlılarda ve bilhassa insanda bu üçünün birleşŸtiğŸini görüyoruz. şžu halde herkesin bildiğŸi ve anladığŸı meşŸhur şŸekliyle ruhun en alt seviyedeki mânâsı canlılık olarak kabul edilir ve her kuvvete de ruh denilmez. Hayatın anlamı ne kadar yükselirse, ruhun mânâsı da o ölçüde yükselmişŸ olur. Daha doğŸrusu ruh ne ölçüde yükselirse hayatın mânâsı da o ölçüde yükselir ve özellik kazanır.

Genel anlamıyla ruhun, katı ve hareketsiz olan maddeye zıt bir varlık olduğŸu açıktır. En ilkel şŸekliyle madde ruhsuz bulunabilir, fakat bu mânâda ruhsuz bir cisim var mıdır? Bu husus münakaşŸa edilebilirse de ilkel maddeden meydana gelmişŸ olan her cisim terkibi ve teşŸekkülü bakımından bizzat bir kuvvete ve bir ilk harekete sahip olmak durumunda bulunduğŸundan her cisimde, genel anlamda bir ruh zaten var demektir. Fakat özel anlamda ele alındığŸı zaman, ruhsuz cisimlerin varlığŸından şŸüphe etmeyiz. Zira nice canlıların, ruhtan ayrıldığŸı zaman öldüklerini görmekteyiz. Demek ki ruhun cisimden ayrılmasıyla ayrıcalık kazanacağŸı şŸüphe edilecek bir şŸey değŸildir. Fakat esas itibariyle ruhun öz cevheri ile maddenin öz cevheri birbirinden apayrı varlıklar olarak âlemde iki ayrı cins cevher var mıdır? Yoksa maddenin cevheri ruhun cevherine veyahut ruhun cevheri maddenin cevherine râci olmak üzere yalnızca bir tek çeşŸit cevher mi vardır? Yani kâinat âleminden cisimlerin cevheri büsbütün kaldırıldığŸı farzolunsa, ruhlar da ortadan kalkar mı? Yahut aksine ruhun cevheri ortadan kalksa, maddî cisimler de büsbütün yok olur, ortadan kalkar mı? Yoksa birisi diğŸerinden ayrı olarak varlığŸını sürdürebilir mi?

Felsefe dalında her birinin taraftarı ve savunucuları bulunan çeşŸitli nazariyelerden şŸimdilik vazgeçerek şŸu kadarını söyleyelim ki ruhun, cevheri ve öz varlığŸı ne olursa olsun, nev'inin hakikatı, hatta bir tek nevi içinde çeşŸitli mertebeleri bulunduğŸu şŸüphe götürmez bir gerçektir: İnsanların diğŸer canlılardan farkı, ruhlarının kendi nev'ine mahsus özelliğŸinden dolayı olduğŸu gibi, beşŸerin çeşŸitli sınıf ve fertleri arasındaki fark da en azından ruh mertebelerinin çokluğŸunu göstermektedir. Genellikle Peygamberler ise derece farklarıyla birlikte, Âdem kıssasından anlaşŸıldığŸı üzere, ilk fıtrata nazaran, beşŸer nev'i içinde Allah'ın halifeliğŸine mazhar olmuşŸ yüksek bir ruh derecesine sahip kimselerdir. Bu yüzdendir ki, âdeta kendi nevilerinin üstünde sayılabilecek bir ayrıcalıkları vardır. Bu yüksek ruh asaletine sahip bulunmalarının yanında ilâhî te'yide de mazhar olmaları onları, hem bilgi ve idrak yönünden, hem de tasarruf gücü demek olan iradeyi harekete geçirme yönünden ve bazan ikisiyle birden ruh mertebelerinin en yücelerine erişŸtiren tecellilere mazhar kılar. Bu tecellilerden her biri, beşŸerin alışŸılmışŸ ruhî davranışŸlarından çok farklı ve üstün özellikler taşŸır. İşŸte bu özellikler o peygamberlerin, çeşŸitli kademelerde mucizelerini meydana getirirler. Bundan dolayıdır ki, peygamberlere mahsus bilgiler, beşŸer aklının tekrara ve tecrübeye dayalı olarak elde ettiğŸi alışŸılmışŸ bilgi ve idraklerin üstünde bir ilim, tasarruflarında da yine normal insanların sahib olabildikleri tasarrufun üstünde bir kudret ve irade zuhur edegelmişŸtir. Bunun için ruhların bizzat Allah'a izafetle sonuçlanan alışŸılmışŸ ve alışŸılmamışŸ bütün güçlerini, çeşŸit ve mertebelerini bir bütün olarak dikkate almayanlar veya alamayanlar, ruhun en yüksek mertebesini aklın en aşŸağŸı mertebesi açısından ele alarak, harika denilen garip ve nadir olayları, daima alışŸılmışŸa şŸartlanmışŸ aklın en aşŸağŸı ölçüsüyle çözmeye çalışŸanlar, peygamberlerin mucizeleri karşŸısında hep inkâr ve te'vil yoluna sapmışŸlardır.

DiğŸer bir kısım insanlar da mucizeler nazariyesine sarılarak, genellikle aklın ve ilmin konusuna giren kesin gerçekleri inkâr etmeye ve görmezlikten gelmeye çalışŸmışŸlardır. Bunların birincisi ifrat, ikincisi ise tefrittir. YaratılışŸın bütün sır ve inceliklerini, ne tekdüze tekrarlara dayanan prensiplere bağŸlı olarak deneysel ilmin ve fennin belli sınırları içine hapsetmeğŸe hakkımız var, ne de aklın ve ilmin kural ve ilkelerini bir kenara iterek, herşŸeyi yalnızca harikalarla açıklamağŸa hakkımız vardır. İlmî araşŸtırmalarla ortaya konan yeni yeni buluşŸlar, ilmin ve fennin sonu olmayan bir genişŸliğŸe sahip bulunduğŸunu gösteriyor. Bu husus inkâr kabul etmez bir gerçektir. Ayrıca normal aklın, ilim ve fennin hiçbir zaman inkâr edilemiyecek değŸişŸmez ve kesin hakikatleri içerdiğŸi de bilinmelidir.

ޞunu da belirtelim ki, sebeplilik (nedensellik) ve çelişŸmezlik kanunları işŸte bu çeşŸit hakikatlerdendir. Bilgi denilen şŸey, daha ziyade tekdüze tekrarlara bağŸlı olarak, deneme yanılma sonucunda teşŸekkül eder. Ancak kâinatta değŸişŸim ve gelişŸim denilen bir ilke daha vardır. Halbuki her değŸişŸim, ilk meydana çıkışŸında, normal dediğŸimiz tekdüze tekrara dayanan oluşŸlara karşŸı bir hamle ve bir isyan sayılır. Bu yüzden de bir harikuladelik ifade eder. Bunun için, ilmî sonuçlara dayanan imanın yanında mucizeye dayanan imanın, irade olayı açısından çok önemli bir yeri vardır. Çok zamanlar görülmüşŸtür ki, ilim adamlarının kendi konuları dışŸındaki işŸ ve çabalarda iradeleri oldukça zayıftır, hatta büsbütün yok denilecek kadar azdır. Kendi tecrübemize dayalı olarak elde ettiğŸimiz bilgiler, bizde irade olayının teşŸekkülüne ve güçlenmesine katkıda bulunmuyorlar. Buna karşŸılık hiçbir ilmî ölçüden haberi olmayan bazı cahiller, ilim adamlarının göze alamayacağŸı işŸleri yapabilecek güçlü iradeler gösteriyorlar. Bu husus nazarî olarak herkesçe kabul edilse bile tatbikatta iradenin, hiçbir bilgiye ihtiyaç göstermeyen imandan kaynaklandığŸı ve oradan kuvvet aldığŸı gözleniyor. Bu da normal ilmin sonuçlarına inanmaktan değŸil, mucizeye inanmaktan doğŸuyor. İslâm dini, bu hakikati tesbit ve ahlâkı yüceltmek için, ilmin ve aklın kurallarına önem vermekle beraber, imanı gerektiren mucizelere de yer vermişŸtir. Bu sebeple hakikî din adamlarının bilgileri, kendi iradelerini zayıflatmaz. Onlar ilmin ve aklın alanına giren konularda normali kabul ederler, olağŸanüstü hallerde mucizeye de inanırlar. Normal insanların sevindikleri konularda onların korktuğŸu ve endişŸeye kapıldığŸı, halkın üzülüp ağŸladıkları noktalarda ise onların ümide ve iyimserliğŸe kapıldıkları yönler bulunur. Hasılı insan ruhunda ümitsizlik ve korkuyu kısmen de olsa yok etmek için mucizelerin pek büyük etkisi vardır. Sırf aklî ve mantıkî düşŸünenlerin karamsarlıktan başŸka birşŸey göremedikleri kapkaranlık zamanlarda mucizeye iman, böyle ayrılık günlerinde parlayan sevgi güneşŸi gibi, azim ve iradeye musallat olmuşŸ karamsarlığŸın paslarını silip süpürmeye yeter de artar bile. Fakat şŸurası unutulmamalıdır ki, mucize ve harikalara iman, bir genel ilke gibi ele alınamaz. Zaten isminden de anlaşŸılacağŸı gibi, bunun yalnızca özel ve olağŸanüstü hallere mahsus bir ilke olduğŸu kesindir. Normal haller için aslolan aklın ve ilmin kurallarıdır. Ne dine, ne ilme önem vermeden, her an harika peşŸinde koşŸanlar ve daima yeni görüşŸ ve fikirlerle yaşŸamak isteyenler, hiçbir zaman ilkellikten kurtulamazlar ve insanlar arasında bağŸlantı sağŸlayan sosyal kurallar ve ahlâkî kaideler bırakmayacak kadar cahil, sapık, başŸıbozuk ve başŸtan çıkarıcı bir hayat tarzına mahkum olurlar. Bundan dolayıdır ki, Kur'ân mucizesiyle ortaya konmuşŸ bulunan cihanşŸumul hükümler ve doğŸrular, kevnî mucize denilen öteki harikulâde (olağŸanüstü) olayların üstünde bir anlam ve değŸer taşŸırlar.

İşŸte peygamberlerin ruhları, mertebelerine göre bu iki cihetle özel olarak ilâhî desteklere mazhar kılınmışŸlardır. Bu ilâhî desteğŸin dışŸ görüntülerinden birisi de onların ahlâklarıdır. Onların ruh mertebeleri, ahlâk bakımından ismet (günahsızlık) derecesine sahiptir. Bundan dolayıdır ki, İslâm inancı açısından peygamberlerin hepsi, çirkin ve alçaltıcı huy ve hareketlerden uzak ve yüce şŸahsiyetlerdir. Gerçi onlar için de beşŸeriyet gereğŸi bazan zelle (ayak sürçmesi) ve hata mümkündür. Fakat onda ısrar ve istikrar (devamlılık) söz konusu değŸildir. Bu gibi şŸeyler Allah'ın yardımıyla hemen düzeltilir. Biz, eldeki Tevrat ve İncil nüshalarında geçmişŸ peygamberlere isnat edilen birtakım günah ve kabahatların, tahrifler sonucu olduğŸundan şŸüphe etmeyiz.

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Hak Dini Kur'an Dili, Bakara Suresi 87. ayetinin tefsirinden alınmışŸtır.

Okunma 1587 defa Son Düzenlenme Salı, 05 Kasım 2013 21:11

Yorum Ekle

Gerekli olan (*) işaretli alanlara gerekli bilgileri girdiğinizden emin olun. HTML kod izni yoktur.