Cuma, Kasım 01, 2024
   
Yazı
Hata
  • JUser::_load: Unable to load user with id: 63

Beslenme de mevsime göre değiştirilmeli

Son Güncelleme: 7 NİSAN 2014 - TSİ 11:34

alt

Doç. Dr. Aliye Özenoğlu, mevsim değişimlerinin bağışıklık sistemini etkilediğini, özellikle çocuk, yaşlı ve kronik hastalığı bulunanların daha bilinçli beslenmesi gerektiğini söyledi.

Baharın gelişiyle yaşanan mevsim değişikliğinin, enfeksiyon hastalıklarına yakalanma riskini artırdığını, bu nedenle beslenmenin önem taşıdığını vurgulayan Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sağlık Yüksekokulu Beslenme ve Diyetetik Bölümü Başkanı Özenoğlu, şöyle konuştu:

“Mevsim değişikliği nedeniyle çocuklar, yaşlılar ve kronik hastalığı olanlar daha fazla risk taşıyor. Hastalığa yakalanmamak için vitamin ve mineral yönünden zengin besinler tüketilmesi önem taşıyor. Mevsim değişikliklerinin sıkça yaşandığı dönemlerde A, C, E vitaminleri ile çinko gibi minerallerinden zengin sebzelerden brokoli, karnabahar, ıspanak, pazı, havuç, marul, maydanoz bolca tüketilmeli. Ayrıca meyve tüketimine de özen gösterilmeli.”

Millî Gazete

                                                                                                                                                             

                                                                     alt

 

                                              alt

 

 

                                                                                                  alt

 

 

                          EY İMAN EDENLER!

                                              Allah’a saygı duyup emrine uygun yaşayın.

 

Ey iman edenler! Eğer Allah’a saygı duyup emrine uygun yaşarsanız, size, iyiyi kötüden ayırt eden bir anlayış/bir nur verir. Kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir. (Enfal Suresi 29)

 

 

                                                  KUR'AN'IN ANLAMIYLA BULUŞUYORUZ

                                     KUR’AN HERKESİ UYARMAK İÇİN VAHYEDİLDİ

 

                                                                                       Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla

  • De ki: “Şahitlik bakımından hangi şey daha büyüktür?” (cevap olarak) de ki: “(Benim hak peygamberliğime) benimle sizin aranızda, Allah şahittir. Bu Kur’an bana, gerek sizi, gerek ulaştığı herkesi uyarmam için vahyedildi. Siz, Allah ile beraber başka tanrılar olduğuna şahitlik mi ediyorsunuz?” (Cevaben) de ki: “Ben şahitlik etmiyorum.” “O, ancak bir tek ilahtır. Muhakkak ki ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden de uzağım.” de. (En’âm /19)
  • Eğer Kur’an, (dedikleri gibi bir kitap) olsaydı da, (okuyunca) onunla dağlar yürütülse veya onunla yer yarılıp parçalansa ve onunla ölüler konuşturulsaydı (iman etmeyen yine iman etmezdi). Ama (Kur’an bunlar için inmemiştir), bütün işler Allah’a aittir. İman edenler (kafirler hakkında) daha bilmediler mi ki eğer Allah (kulları iradelerine bırakmayıp da) dileseydi, bütün insanları doğru yola iletirdi? (Allah’ın emirlerinden yüz çevirip) küfre sapanlara gelince, Allah’ın vaadi (kıyamet) gelinceye kadar; yaptıkları işler yüzünden ya kendilerine şiddetli bir felaket gelecek veya (o felaket) yurtlarının/evlerinin yakınına inip duracaktır. Şüphesiz ki Allah vaadinden dönmez. (Ra’d /31)
  • (Ey Resûlüm!) Şüphesiz biz, bu Kitab’ı sana hak/gerçek olarak indirdik. O halde Allah’a, O’nun dinine ihlasl(a gönülden bağl)ı olarak kulluk et. (Zümer /2)

 

 

                  alt                                        alt

 

 

 

                                               alt

 

                                               alt

 

                                O’NUN (sav) AHLAKI KUR’AN’DI

 

  1. Sehl bin Muâz el-Cühenî, babasın­dan (r.a.) rivayete göre Allah Resulü (sav)şöyle buyurdu:

             "Kim Kur'ân okuyup da onunla amel ederse, kıyamet gününde babasının başına ışığı dünya evlerindeki güneşin ziyasından daha parlak bir taç giydirilir. Varın, Kur'ân'la bizzat amel edenin ışığı nasıl ola­cak, bir düşünün?" (Ebû Dâvud)

  1. İbni Ömer (r.a.) den rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sav)şöyle buyurdu:

     “Sadece şu iki kimseye gıpta edilir: Biri Allah’ın kendisine Kur’an verdiği ve gece gündüz onunla      meşgul olan kimse, diğeri Allah’ın kendisine mal verdiği ve bu malı gece gündüz O’nun yolunda harcayan kimse.”(Buhârî, Müslim,Tirmizî,İbni Mâce)

  1. Nevvâs İbni Sem’ân radıyallahu anh şöyle dedi:

       Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i:

             “Kıyamet gününde Kur’an ve dünyadaki hayatlarını ona göre tanzim eden Kur’an ehli kimseler mahşer yerine getirilirler. Bu sırada Kur’an’ın önünde Bakara ve Âl-i İmrân sûreleri vardır. Her ikisi de kendilerini okuyanları müdafaa için birbiriyle yarışırlar”buyururken işittim. (Müslim, Tirmizî)

 

 

            

                       alt

 

 

 

 

                                               alt

 

 

 

                                                     alt

 

 

                       alt

 

 

                     alt

 

 

 

KUR’AN’IN KALBE İNİŞİ

Fahri Kainat’ın (sas) eşsiz güzellikteki hayatından okuyacağımız şu misaller, bu gerçeği ne güzel ifade eder! Aişe (ra) şöyle anlatır: “Bir gece Resulullah bana:

“–Ey Aişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibadet ederek geçireyim” dedi. Ben de:

“–Vallahi seninle beraber olmayı çok severim, ancak seni sevindiren şeyi daha çok severim” dedim. Sonra kalktı, güzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki, elbisesi, mübarek sakalları, hatta secde ettiği yer sırılsıklam ıslandı. O, bu haldeyken Hz. Bilal namaza çağırmaya geldi. Ağladığını görünce:

“–Ya Rasulullah! Allah Teala sizin geçmiş ve gelecek günahlarınızı affettiği halde niçin ağlıyorsunuz?” dedi. Bunun üzerine Allah Resulü:

“–Allah’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallahi bu gece bana öyle ayetler indirildi ki, onları okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!” karşılığını verdi ve:

Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün ‘birbiri ardınca gelip gitmesinde’ (ve uzayıp kısalmasında) akl-ı selim sahipleri için (Allah’ın birliğine ve kudretine ait ibret verici) deliller vardır. (İşte) o (akl-ı selim sahibi) kimseler ayaktayken, otururken, yan taraflarına yaslanarak yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler (ve derler ki:) “Ey Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın. Seni tenzih ederiz, bizi ateş azabından koru.” (Al-i İmran Suresi,190-191) ayetlerini okudu (İbn-i Hibban, II, 386).

Allah Resulünün zeytin gibi simsiyah olan saçlarında artık ağarmalar başlamış, nurdan bir şuleyi andıran beyaz teller gözükür olmuştu. Sebebini soranlara: “Hud suresi ve kardeşleri (Vakıa, Hakka, Mürselat, Nebe’ ve Tekvir) beni ihtiyarlattı” (Tirmizi, Tefsir 57/3297) buyurmuştu. Çünkü Hud suresindeki:

O halde sen (Rasulüm!) Beraberindeki tevbe edenlerle birlikte, sana emredildiği gibi, istikamet üzere (dosdoğru) ol. Aşırı gitmeyin (asla ilahi hududun dışına çıkmayın). Çünkü O, yaptıklarınızı hakkıyla görendir. (Hud Suresi, 11/112) buyrukları Efendimiz’in kalbine inmiş, ondan hem kendisinin hem de beraberinde bulunan tüm mü’minlerin “istikamet üzere olmalarını” talep etmişti. İtikat, ibadet, muamelat, ahlak ve adapta farz-ı daim halinde istikamet üzere bulunmak gerçekten zordur. Buna bir de ümmetin istikamet üzere olması eklendiğinde işin ne kadar zorlaştığı daha iyi anlaşılır. İşte Efendimiz’in belini büken ve saçlarını ağartan bu zorluk olmuştur. Vakıa, Hakka, Mürselat, Nebe’ ve Tekvir sureleri ise dehşetli kıyamet ve mahşer sahnelerinin sergilendiği surelerdir. Sıradan bir müslümanın bile okuduğunda kendinden geçtiği, kalbi yerinden çıkacak gibi olduğu ateş parçası gibi bu surelerin Resulullah’ın o ince, rakik, hassas kalbinde nasıl yakıcı, kavurucu, derin tesirler bıraktığını hayal etmek bile imkansızdır.

Bir de Efendimiz’in kalbine inen Kur’an’ın sahabe-i kiramın kalbine nasıl yansıdığına bakalım. İşte Hz. Ebu Bekir’in hali… Kendisi şöyle anlatıyor:

“Bir gün Resulullah’ın yanında bulunurken “Kim bir kötülük yaparsa (tevbe edip bağışlanması hariç) onun (karşılığıy)la cezalanır da artık kendisine Allah’tan başka bir dost ve bir yardımcı bulamaz.” (Nisa Suresi, 123) ayeti nazil oldu. Efendimiz:

“-Ebu Bekir, bana indirilen bu ayeti sana okutayım mı?” buyurdu. Ben:

“-Tabii ki ya Rasulullah” dedim. Bana bu ayeti okuttu. Sanki belimin kırılıp ayrıldığını hissettim ve öylece kasılıp kaldım. Peygamberimiz:

“-Neyin var, ne oldu?” diye sordu. Ben:

“-Anam babam sana feda olsun ya Rasulullah, hangimiz günah işlemez ki! Şimdi biz işlediklerimiz yüzünden mutlaka cezalandırılacak mıyız?” diye üzüntümü ifade ettim. Bunun üzerine Allah Resulü şu açıklamayı yaptı:

“-Ey Ebu Bekir! Sen ve diğer mü’minler hatalarınız sebebiyle dünyada (bazı sıkıntı ve meşakkatlere uğratılarak) cezalandırılırsınız. Öyle ki Allah’a günahsız olarak kavuşursunuz. Diğerlerine gelince onların yaptıkları biriktirilir ve cezaları kıyamet gününe bırakılır.” (Tirmizi, Tefsir 4/3039).

Kur’an’ın kalbe inişine bir misal de Hz. Ömer’den verelim. Bir gün Hz. Ömer, bir evin önünden geçerken, hane sahibinin, evin dışına taşacak kadar yüksek bir sesle Tur suresini okuduğunu işitti. Adam:

“Rabbinin azabı elbette vuku bulacaktır, onu önleyecek hiçbir şey yoktur” (Tur Suresi, 7-8) ayet-i kerimesine gelince, Hz. Ömer bineğinden indi, bir müddet duvara yaslanarak dinledi. Sonra bu ayetin ikazındaki şiddetin tesiriyle evinde bir müddet hasta yattı. (İbn Recep el-Hanbeli, et-Tahvif mine’n-nar, Dımaşk, 1979, s. 30)

Kur’an-ı Kerim Rasulullah’ın kalbine indi. Oradan sahabenin kalbine, onlardan da nesiller boyu diğer mü’minlerin kalplerine intikal etti. Şimdi nöbet sırası bizdedir. Kur’an-ı Kerim ilk nazil olduğu şekilde, doğruluk, safiyet ve temizliği ile elimizdedir. Bizim onu okuma, anlama ve kalbimize indirme vazifemiz vardır. Çünkü ancak onun manaları kalbimize indiği zaman o bizi kötülükleri terk etmeye, iyilikleri yapmaya ve Kur’an ahlakıyla ahlaklanmaya sevk edecektir. Bu açıdan boğazdan aşağı geçmeyen okuyuşlarda bir hayır yoktur.                            

                                                                                                                      Prof. Dr. Ömer Çelik

 

 

                                                                 alt

 

 

 

                                                alt

 

                    alt                                   alt

 

 

                           alt

 

 

Bu köşenin içeriği KUR’AN’IN ANLAMIYLA BULUŞMAK PLATFORMU tarafından hazırlanmıştır. Ayet mealleri Hasan Tahsin Feyizli'nin Hazırladığı Feyzü'l Furkan Açıklamalı Kur'an-ı Kerim Meali’nden alınmıştır.   Ayet meallerinin tamamına www.kuranimiz.net, ses dosyalarına www.akradyo.net adreslerinden ulaşabilirsiniz. Görüş ve önerileriniz için: Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız

                                                                       alt

 

                                    alt

                                                                               alt

 

                    EY İMAN EDENLER!

                                    Allah’a ve Peygamber’e hainlik etmeyin.


Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hainlik etmeyin, (emirlerinin aksini yapmayın; yoksa) siz, bile bile kendi emanetlerinize hainlik etmiş olursunuz. (Enfal Suresi:27)

 

 

                                        KUR'AN'IN ANLAMIYLA BULUŞUYORUZ

 

                                 KUR’AN MÜSLÜMANLARA BİR MÜJDEDİR

        

                                                                          Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla

Elif, Lâm, Râ. Bu (Kur’an, öyle) bir Kitab’dır ki onu sana; insanları Rablerinin izniyle (her türlü kişisel ve toplumsal) karanlıklardan aydınlığa; eşsiz galip ve övgüye layık olan (Allah’)ın yoluna çıkarman için indirdik. (İbrahim:1)

 (Resûlüm!) Biz Kur’an’ı sana zahmet çekmen için değil, ancak (Allah’tan) korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik. (dâvetinden) yüz çevirirlerse de ki: “(Bana emrolunanları) sizin hepinize ‘aynen/eşit’ bir şekilde bildirdim. Artık tehdit edildiğiniz şey yakın mı, yoksa uzak mı bilmem.” ( Ta Ha :2)

 

O gün (kıyamette) her ümmet içinden kendilerine bir (peygamberi) şâhit göndereceğiz. (Resûlüm!) Seni de onların (hepsinin) üzerine şâhit getireceğiz. Biz sana (bu) Kitab’ı, her şey için bir açıklama, bir doğru yol rehberi, bir rahmet ve müslümanlara bir müjde olarak indirdik. ( Nahl :89)

 

                  alt                                alt

 

 

 

                                       alt

 

                                        alt

 

 

                                 O’NUN (sav) AHLAKI KUR’AN’DI

 

 

  • El-Hâris el-A'ver radiyallahu anh'­dan:

"Mescide uğradım, insanların boş konuş­malara daldıklarını gördüm. Hz. Ali'ye ge­lip haber verdim. Şöyle dedi: “Hakikaten bunu yaptılar mı?”

“Evet” dedim.Şöyle dedi:

       “ Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğunu duydum.”

       “İlerde fitne olacaktır” “Peki ondan kurtu­luş nasıl olur, ey Allah'm Resulü?” diye sor­dum. Şöyle buyurdu:

       “Allah'ın Kitâb'ına sarılmakla. Çünkü siz­den öncekilerin haber(ler)i ile sizden sonraki­lerin haber(ler)i onun içindedir. Aranızda ve­receğiniz hükümler de onun içindedir. O (Kur'ân) önemli bilgileri ihtiva eder, içinde lü­zumsuz ve maksatsız hiç bir söz yoktur. Kim onu akılsızlığından dolayı terk ederse Allah onun belini kırar. Kim hidayeti ondan başka­sında ararsa Allah onu saptırır. O, Allah'ın sa­pasağlam bir ipidir. O, hikmetli olan zikirdir. O, dosdoğru yoldur. O kendisiyle arzuların sapmadığı, dillerin yalan şeyler söylemediği, alimlerin doymadığı, çok okumakla eskimeyen, harikuladeliği tükenmeyen bir kitaptır. O cin­lerin işitip de şöyle dedikleri bir kitaptır: 'Ger­çekten biz, doğru yola ileten harikulade güzel bir Kur'ân dinledik de ona imân ettik.' (Cin, 1) Kim ondan bir haber getirirse, doğru söy­lemiş olur. Kim onunla amel ederse ecir alır. Kim onunla hükmederse adil olur. Kim insan­ları ona davet ederse, doğru yola iletmiş olur. Ey (Haris el-) A'ver (bu öğütleri) dinle, kula­ğına küpe olsun!"    (Tirmizî)

 

  • Ali radiyallahu anh'dan: Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:

"Kim Kur'ân okuyup ezberler, helâlini helâl; haramını da haram sayarsa, Allah bu sebeple onu cennete koyar. Ayrıca haklarında cehennemlik hükmü sabit olan ev halkından tam on kişiye de onu şefaatçi kılar." (Tirmizî)

 

  • Ömer İbni Hattâb radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre,

Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:

“Allah şu Kur’an’la bazı kavimleri yükseltir; bazılarını da alçaltır.” (Müslim, İbn-i Mâce)     

 

 

                      alt

 

 

                                            alt

 

                                                        alt

 

 

                     alt

 

 

               alt

 

 

EN ETKİLİ REÇETE KUR’AN’DIR

Kur’ân-ı Kerîm, hiç şüphesiz, hepimizin baş tacıdır; çünkü yüce Rabbimizin bize gönderdiği kitabıdır. Ne büyük şeref, ne tatlı bir iltifat ve mazhariyet! Bizim o padişahlar padişahının bu şahâne fermanını, defalarca öpüp başımıza koymamız, yüzümüze, gözümüze sürmemiz, ona en büyük saygıyı göstermemiz icap eder.

Onda eski ümmetlerin ibretleri, geleceklerin haberi vardır. Onun içinde bize yöneltilmiş emirler, yasaklar bulunuyor. Biz ancak onları en iyi tarzda öğrenip tamı tamına uyguladığımız zaman Hakk’ın rızasına erişebiliriz. Hiçbir kaçamak imkânı yoktur, tembelliğin hiçbir mazereti olamaz. Ruhumuzun, bedenimizin, maddî ve mânevî rahatsızlıklarımızın devası, çaresi Kur’an’dır. Fert, aile, cemiyet, ümmet ve nihayet bütün insanlık ona uyulduğu zaman huzura ve mutluluğa kavuşabilecektir; çağımızın buhranlarına reçete Kur’an’dır.

Bu kadar kıymetli, dünya ve âhiretimiz bakımından bu derece ehemmiyetli bir kitabı acaba bu mevki ile mütenasip öğretip öğreniyor muyuz? Maalesef hayır. Kur’an evlerimizde garip garip, boynu bükük durur; yeni nesillerin anlayacağı doyurucu tefsirler yoktur, kütüphanemizin raflarında tefsir kitapları toz tutmuştur. Birçok müslüman onu yüzünden bile okumasını beceremez; okuyanların çoğu tertil ve tecvide, tâzim ve tebcile riayet etmez veya iyi okursa da içindeki ahkâmı bilmez, çoğumuz ise İslâmî emirlere uymaz, Kur’ân-ı Kerîm’e zıt bir hayat tarzı sürdürürüz. Büyük alim Hasan-ı Basrî (rha.) diyor ki:

“Kur’ân-ı Kerîm, ahkâmına uyulsun, kendisiyle amel olunsun diye indirilmiştir. Halbuki şimdi halk onun sırf kıraat ve tilavetini amel edinmiş.”

Meşhur sahabî Abdullah b. Mes’ûd’dan da böyle bir ifade rivayet edilir. Demek ki söze takılıp kalmak, öze inmemek, ana gayeyi unutup detayla oyalanmak, lafa dalıp icraata, çalışmaya, emrin gereğini îfâya, eyleme geçmemek eski, yaygın, çirkin ve çok tehlikeli bir hastalık. Bu hastalıktan kendimizi kurtarmak zorundayız sevgili okuyucular! Meşhur mutasavvıf alim Ebû Abdurrahmân Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî (v. 412/1021) bu mevzuda çok dinamik, çok değerli bir metot zikrediyor ve diyor ki:

“Bize ilim öğreten üstatlarımız rivayet ettiler ki onlar, on âyet-i kerîme (veya bir aşr-ı şerîf) öğrendiler mi, asla daha öteye geçmez, önce o on âyet ile amel ederler, sonra öğrenmeye devam ederlermiş. Biz de o usulü takip ettik. Bu yolla Kur’ân-ı Kerîm’i ve onunla ameli (ahkâmına ittibayı) birlikte yan yana öğrendik.”

Cehalet felakettir, amelsiz ilim ise vebal sayın okuyucular! Silkinelim, atâlet ve cehaleti yenelim; Allahu Teâlâ’nın aziz kitabını yeni bir şevkle, aşır aşır, deste deste, sözünü belleyip, ahkâmını tatbik ede ede bağrımıza basalım, başımıza taç, hayatımıza rehber eyleyelim. Salahımız, felahımız, nusretimiz, izzetimiz, saadetimiz Kur’an’ı iyi anlayıp iyi uygulamaktadır.

Bütün dertler, musibetler, belalar, zararlar, ziyanlar, fitne ve fesatlar, isyanlar, anarşiler, dinden uzaklaşmaktan doğuyor; adeta ilahi ve amansız bir ceza olarak başımıza yağıyor. Çare tevbe etmekte, İslam’a dönmekte! Başka yollar çıkmaz, başka nizamlar faydasız...

En güzel, en mükemmel, en tesirli, en şifalı ilaç İslam! Ne mutlu Müslüman olanlara!..

 

 

                                                                                               Kur’an’ın Anlamıyla Buluşmak Platformu

 

 

                                                    alt

 

         alt

 

 

 

                                                                   alt

 

 

                                                             alt

 

 

 

 

                                                 alt

 

 

 

 

                       alt

 

 

 

Bu köşenin içeriği KUR’AN’IN ANLAMIYLA BULUŞMAK PLATFORMU tarafından hazırlanmıştır. Ayet mealleri Hasan Tahsin Feyizli'nin Hazırladığı Feyzü'l Furkan Açıklamalı Kur'an-ı Kerim Meali’nden alınmıştır.   Ayet meallerinin tamamına www.kuranimiz.net, ses dosyalarına www.akradyo.net adreslerinden ulaşabilirsiniz. Görüş ve önerileriniz için: Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız

 



Cuma, 17 Ocak 2014 20:51

KUR'AN'A ÇEKEN YOLLAR

alt

Andolsun Biz Kur’ân’ı düşünüp öğüt alınması için kolaylaştırdık. Düşünüp öğüt alan yok mudur? (Kamer 17,22,32,40)

Bakış açısını netleştirmek: Kur’ân’a, diğer kitaplardan farkını, üzerimizde Allah’ın ne büyük bir lûtfu olduğunu ve O’na olan ihtiyacımızın şiddetini anlayıp hissettiğimiz ölçüde yöneliriz.
Öyleyse, Kur’ân’a olan ihtiyacımızın şiddetini ortaya koyan, bizi sarsan, O’nu okumak için harekete geçiren şeyleri gayet dikkatli bir şekilde düşünelim ve alt alta yazalım.
Allah’ın Kur’ân’daki ilk emri “Oku!” iken, genel anlamda “okumak” ve özel anlamda “Kur’ân’ı okumak” ve anlamaya çalışmak, hayatımızda kaçıncı sırada yer alıyor? Nelerin altında? Niçin? Bu soruların cevabından kaçmayalım ve harekete geçmek için kendimizi sorgulayalım.

Hareket noktanız:
 Sizi Kur’ân’a en çok çeken bir âyeti, bir olayı veya başka herhangi bir şeyi düşünün ve hemen yakınınızdaki Kur’ân’a uzanın.

İlginizi en çok çeken konular:
 Okumak için önce ilginizi en çok çeken, ihtiyaç hissettiğiniz âyetlerden veya konulardan başlayın. Bu konuda meâlde bulunan “İçindekiler” bölümünden faydalanabilirsiniz. Detay isterseniz, özel olarak bu konuda hazırlanmış kitaplardan faydalanın. Konulu okuma, size değişik bakış açıları kazandırır ve yepyeni ufuklara doğru götürür.

Kur’ân’ı her gün en az bir defa açıp bakın:
 Eğer Kur’ân’ı her gün açıp okuma gücünü kendinizde bulamıyorsanız, en az günde bir defa açıp bakın ve kapatın. Okumak için açmasanız bile, gözünüze bir âyet meâli ilişebilir. İçinizden bir ses, “Bir âyet olsun oku!” diyebilir.

Alışkanlık haline getirmek için:
 Allah’ın bize neler söylediğini okumaya ve anlamaya yeterli vakit ayırıp ayırmadığımızı sorgulayarak, çok az bir süre de olsa kendimizi okumaya ikna edebilir, süreci böylece başlatabiliriz. Süre az olduğu için kendimizi ikna daha kolay olur. Öyleyse, başlangıç olarak, kendimize, belirli zamanlarda, çok az bir süre de olsa okuma mecburiyeti getirelim. Sonra bu süreyi azar azar artırabilir ve şekillendirebiliriz.Bu kolay uygulamanın kısa zamanda meyvelerini toplayacak ve hararetle başkalarına da tavsiye etmeye başlayacaksınız.

Bir dakikacık zaman:
 Okumak için illâ geniş zaman arayıp da sürekli tehir etmeyin. Bir dakikada bir âyet okusanız ve üzerinde azıcık düşünseniz, bu şekilde her gün sadece bir dakika ayırsanız bir senede 365 âyet eder. Peygamberimiz (s.a.v.), “Yapılan amellerin en hayırlısı, az da olsa devamlı olandır.” buyuruyor.

Her fırsatta ve mekanda:
 Otobüste, tramvayda, vapurda, trende, iş yerinde, bekleme sırasında, piknikte vs cebinizde taşıyacağınız küçük bir mealden bir dakikada âb-ı hayat fışkırabilir. Ve okuyabilecek herkese ne kadar da güzel örnek olur. Toplayın şimdiye kadar geçen yolculuk sürelerinizi ve az da olsa ne kadar okuyabileceğinizi; okumamış olmanın hüznünü yaşayacaksınız.

Hastalık ve sıkıntı dönemlerinde:
 İnsanın bir teselli ve çıkış yolu aradığı hastalık, sıkıntı ve bunalım dönemleri, yani o şiddetli ihtiyaç dönemleri, Kur’ân’ın yol göstericiliği ve ferahlatıcılığının câzip gelmesi açısından kolaylaştırıcı bir vesiledir. O İlâhî kapıdan girerseniz, dertlerinizi bitiren veya en azından hafifleten yepyeni dünyalara açılırsınız.
Sakıp Sabancı, bir Avrupa ülkesinde bir süre hastanede yatar. Bakar ki başucunda bir İncil… Hastanın okuması için bırakılmış. Türkiye’ye döndüğünde bunu anlatırken, ülkemizdeki hastanelerde de hastanın başucunda, onu hem ruhen güçlendirmek, hem de hastalığa karşı direncini artırmak üzere meâlli bir Kur’ân bulunması gerektiğini söyler.
Ailece: Aile fertleri her gün bir araya gelir, herkes bir âyet, iki âyet, üç âyet, yarım sayfa veya bir sayfa okur, diğerleri dinler. Üzerinde çok kısa konuşulur. Ama bu güzel uygulama mümkünse her gün yapılır.

Bir sayfa – on sayfa:
 Günde bir sayfa okusanız meâli bitirmeniz 2 sene sürmez. İki sayfa okusanız, 1 sene sürmez. Üç sayfa okusanız 6 ay kadar sürer. 10 sayfa okusanız 2 ay. Okuyabileceğiniz asgarî sayfa ile başlayabilirsiniz. Gazeteye, televizyona veya internete ayırdığınız kadar zaman ayırsanız; eğer öğrenciyseniz, tek bir ders kitabına ayırdığınız kadar zaman ayırsanız; neler olur, neler…

Hedef, plan ve değerlendirme:
 Kısa süreli hedefler tespit eder, basit bir plan yapar ve sık sık kendimizi değerlendirirsek uygulama kolaylaşır. Mesela, “Her gün şu kadar dakika ya da saat; veya şu kadar âyet veya sayfa okuyacağım. Üç gün sonra uygulama ve verim noktasından kendimi değerlendireceğim.” diyebilir ve her üç gün sonunda değerlendirme yapabiliriz. Bu değerlendirme sonuçlarına göre yeni hedefler tespit edebiliriz. Sonuçları küçük bir cep defterine not edersek, neler yaptığımızı ve neler yapabileceğimizi daha iyi görürüz.
Bilgisayarınızın ekranına ilk açılışı için şunu yazın ve çocuklarınıza da yazmalarını tavsiye edin: “Bugün ne okudun?” Benzer sözleri evde veya işyerinde en çok göreceğiniz yerlere koyabilir, hatta cep telefonunuza da yazabilir veya söyletebilirsiniz.
Okumalarınızı takip edip, okuduklarınızı ve kendinizi değerlendireceğiniz basit bir çizelge hazırlayabilir, hedeflerinizi gerçekleştirdikçe çizelgeyi de geliştirirsiniz.

Genel okuma yanında bazı konularda yoğunlaşma:
 Özel ilgi ve ihtiyaç duyduğunuz bazı konularda çeşitli tefsirlerden ve başka kitaplardan okumalar yapın, kendinizi o konuda geliştirin.

Birliktelik:
 Kur’ân’ın mânâsından sürekli istifade etme zevk ve alışkanlığını kazanan insanlarla sık sık görüşün. Onların başarılı oldukları uygulamaları kendi şartlarınıza uyarlayarak daha da geliştirmeye çalışın.
Aynı alışkanlığı kazanmak isteyen insanlarla görüş alışverişi yapın, birlikte kararlar alın, birbirinizi teşvik ve kontrol edin; “Hayırda yarışma” anlayışı içinde, hedefiniz aynı olduğu için hepinizi memnun edecek bir yarışma havasına girin. Bunu yapabildiğiniz kadar devam ettirin.

Hediye:
 Arkadaşlarınıza, dostlarınıza ve yeni evlenecek olanlara Meâlli Kur’ân hediye edin. Bu konuda size verilen hediyelerden sonra ilk fırsatta hediye eden kişiye geri bildirimde bulunun. Nasıl istifade ettiğinizi söyleyin. Bu hem sizi daha çok teşvik eder, hem de o kişiyi.
Kurulacak yuvanın kötülüklerden uzak, mutlu ve sürekli olması isteniyorsa, her insanın Allah’ın rehberliğine ihtiyacı olduğunu belirterek okumaya teşvik edin. Bunun olmazsa olmaz yaygın bir alışkanlık hâline gelmesine çalışın.

Ortam oluşturmak:
 Okuduklarınızdan uygun gördüğünüz yerleri başkalarına da okuyun. Onlardan da ihtiyaca en çok hitap ettiğini düşündükleri veya başka uygun buldukları âyet meâllerini size söylemelerini veya okumalarını isteyin.

Uygun yerlere koymak:
 Bulunduğumuz mekânlarda, bizim ve çevremizdeki diğer insanların elini uzatabileceği yakınlıktaki uygun yerlere meâl veya Kur’ân’dan âyetler içeren kitapçıklar koyabiliriz.

Sakin vakit – En verimli zaman dilimi:
 Gün içinde insanın veriminin en yüksek olduğu bir zaman dilimi vardır. “Sakin vakit” adı verilen bu zaman dilimi herkese göre değişir. Kimisi için gece yarısında, kimisi için sabahın erken saatlerindedir. O altın saatte Allah’ın Kitabı’nı düşünerek okumak, herhalde çok isabetli olur ve “en değerliye, en değerliyi vermek” Allah’ın da çok hoşuna gider.
Kur’ân insanlara nasıl gösterilmeli? Kur’ân insanlara, hiç bıktırmadan her zaman daha büyük bir zevk ve hevesle en çok okunan kitap; Allah’tan gelen en güzel ve en önemli bilgilerin en doğru kaynağı; her zaman en iyi yol gösterici; kitapların kitabı olan en güzel kitap; insanlığı mutluluğa götüren, insanı insan yapan değerlerin İlâhi menbaı; Allah’ın sözü olduğu için çözülenler yanında içinde kıyamete kadar çözülmeyi bekleyen daha nice güzellikler olan en büyük hazine olarak sunulmalıdır. O güzelliklerden örnekler sunulmalı, böylece O’ndaki Allah bilgisinin sonsuzluğu kanaati oluşturulmalıdır.
Büyükler, “Yârân istersen Kur’ân yeter!” demişler. Kur’ân’a, gerçekte olduğu gibi yârân olduğu, dost oladuğu idrâkiyle yaklaşmak ve başkalarını, özellikle çocuklarımızı o bakış açısıyla yaklaştırmaya çalışmak gerek.
Ah güzel örnek! En güzel yaklaşım ve etkileme tarzı, güzel örnek olmaktır. Güzel örnek olmanın özü, söylenenlerle yapılanların uyum içinde olmasıdır. Fakat bu, sevdirmek için yeterli olur mu? “Güzel örnek” meselesi genellikle yanlış anlaşılıyor. İyiyi, doğruyu, güzeli yapmak, “güzel örnek” olabilmek için tek başına yeterli olamıyor. Ya? Sevdirici, cezbedici, yapmaya teşvik edici olmayan hiçbir örnek, güzel örnek değildir.
Yunus ne diyor:
Bilmek olmak değildir,
Olmaya bak, olmaya.


Tavsiyede bulunurken:
 İnsanlara tavsiyede bulunurken dikkat etmemiz gereken üç basamak:
1. Sıcak bir yaklaşım, yani duygulara hitap,
2. Tavsiye,
3. Sebep veya sonucuna kısaca işaret etmek.

Mukayese ile farkın vurgulanması:
 Allah’ın sözünü okuyanla okumayan bir olmaz. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” İnsanların ne dediğini öğrenmek için ne kadar gayret sarf ediyoruz; acaba bizi ve tarihler boyunca her şeyi yaratan Allah bize neler söylüyor, merak etmemek mümkün mü?
“Allah kelâmının insanların kelâmına üstünlüğü, Allah’ın kullarına üstünlüğü gibidir.” Hadîs-i kudsîsinin penceresinden bakarak ve baktırarak Kur’ân’a dikkatleri daha kolay çevirmek mümkün.
Mukayese ile farkın vurgulanması, hedefe kestirmeden götüren, kısa ve keskin bir çözümdür. Çünkü, Hz. Ali (k.v.) Efendimizin ifadesiyle, “Nimetlerin kıymeti, ancak zıtların mukayesesi ile takdir edilir.”

Ailece bir arada, “her gün bir âyet”:
 Çocuklardan ve ailemizin her ferdinden, biz de dâhil, her gün akşam sofrasında veya sofradan sonra bir araya geldiğimizde, hangi ihtiyaca hitap ettiğini de söyleyeceği bir âyet meâlini okumasını isteyebiliriz. Âyet metnini de okursa daha güzel olacağını hatırlatır, fakat zorlamayız.
Bu, yapabilecekler için, “her sofrada bir âyet” şeklinde de uygulanabilir.

Hanımlar arası günlerde:
 Kur’ân sevdalısı hanımların, hanımlar arasındaki günlere katılarak, genel ihtiyaca hitap eden bir iki âyet meâli söyleyip üzerinde birkaç cümlecik konuşması. Başkalarını da her gelişlerinde bir tek âyet meâliyle gelmeleri için teşvik etmesi. Elbette âyet metni de okunursa daha güzel olur.

Herkes faal:
 Düzenlenen sohbete katılacak herkes önceden, istediği bazı âyetleri okur ve tefsirlerden açıklamalarına bakar. Sohbette okur ve anlatır. İnisiyatif alır. Herkes harekete geçer. Kendisini çok iyi yetiştirmiş olanlar ayrıca yine derslerini yapar.

Okutup ciddiyetle dinlemek:
 Bu metodu ilk defa İbni Kesîr’in “Hadîslerle Kur’ân-ı Kerîm Tefsiri” kitabının “İthaf”ında gördüm. Prof. Dr. Bekir Karlığa şunları söylüyordu: “Bu çalışmayı, çocuk yaşlarda bana, çok sevdiği İsmail Hakkı Bursevî’nin Rûhu’l-Beyan’ını okutarak, tefsir zevkini tattırmaya çalışan rahmetli babam Besnili İbrahim Hoca’nın ruhuna minnet ve hürmetle ithaf ediyorum.”
Allah Kelâmı’nı bu şekilde okutup dinleyerek sevdirmek ve anlaşılmasını sağlamak mümkün.

İşaretler koymak, cebimizde küçük bir defter veya cep bilgisayarı:
 Okuma sırasında işaretler koyabilir, sayfanın kenarına notlar alabilirsiniz. Hele küçük bir defteriniz ya da cep bilgisayarınız olur da oraya notlar alırsanız daha bir güzel olur. Hatırda da kalsın, satırda da…
Meâlini öğrendiğiniz veya orijinalini ezberlediğiniz âyetin sûre ismini ve âyet numarasını bilirseniz, bunun çok faydasını görürsünüz.

Bilgisayar, CD, MP3 çalar, radyo ve kaset çalardan dinleyerek:
 Bu imkanların biri olmazsa diğeri bugünün dünyasında artık hemen hemen herkeste var. Evde, yolda, işyerinde, bunu alışkanlık hâline getirebilirsiniz. Ayrıca ailece belli zamanlarda dinleyebilirsiniz. Sadece Kur’ân meâli okuyan radyo bile var.
Ne zaman başlamayı düşünüyorsunuz? Peki, sizi Allah’a daha çok yaklaştıracak ve bütün sıkıntıların çözüm kaynağına giden yol olan gayretlenmelere, Allah’ın dediklerini daha çok okumaya, dinlemeye, anlamaya ve yaşamaya götürecek bu adımları, mevcut hâlinizi aşacak şekilde uygulamaya ne zaman başlamayı düşünüyorsunuz?
Peygamberimiz (s.a.v.)’in “İki günü eşit olan kimse zarardadır.” Hadîs-i şerifini bu konuda uygulayalım. Başlangıçta ne kadar süre uygulayalım? Bir ay, on beş gün, on gün desek zor. Bir hafta desek o da biraz zor gözüküyor. Fakat üç gün uygulamayı az bir gayretle herhalde herkes yapabilir. Peki ne zaman uygulamaya başlayalım? Bugün mü, yarın mı? Bu soruya vereceğimiz cevabın arkasından şu Hadîs-i Şerif’i hatırlayalım ki, Peygamberimiz (s.a.v.), “Yarın yaparım, diyen helâk oldu.” buyuruyor.
Öyleyse, bugünden başlayalım ve kendimizi test edelim. Bakalım hayatımızda neler değişecek? Sonra da yapabildiğimiz kadar, zamanını artırarak, keyfiyetini güçlendirerek devam ettirelim.

Pano veya levha:
 Panoya büyük yazılarla her gün bir âyet veya duvara her gün yeni bir âyet, levha olarak asılabilir. Belli zamanlarda veya uygun zamanlarda anlamı hakkında konuşulur.

Merakı tahrik:
 Çeşitli âyetlerin konularına, anlamlarına veya başka özelliklerine dikkat çekilerek öğrenmek için meraklar tahrik edilir.

Her gün kaç kişiye kaç âyet:
 “Her gün en az on (beş, üç ya da bir) kişiye, ihtiyacına uygun bir âyet söyleyeceğim” diyerek kendimize söz verebilir ve çocuklarımız dahil -sıkmadan, zorlamadan- başkalarını da buna teşvik edebiliriz.

Sohbete başlamadan:
 Bir sohbet topluluğu oluştuğunda asıl sohbet konularına geçmeden önce herkesin bir âyet meâli -biliyorsa aynı zamanda metni- söylemesini, konu hakkında birkaç cümle söylemesini isteyebiliriz. Daha baştan topluluğun atmosferi değişir. Buna devam edildiğinde neler olur düşünün.

Her karşılaşmada:
 Arkadaşlar kendi aralarında anlaşarak, her karşılaştıklarında selâm kelâmdan sonra birbirlerine birer âyet meâli söyleyebilirler. Söyleyecekleri âyeti ihtiyaca göre seçmeye çalışırlar.

Mail ve/ya mesaj:
 Dostlarınıza, içinde âyet meâli olan bir mail ve/ya mesaj gönderin. Cuma’yı unutmamak üzere özellikle mübarek gün ve gecelerde.

Mübarek gün, gece ve aylar:
 Mübarek gün, gece ve aylarda, o gün ve gecelerle ilgili âyetlerin meâl ve tefsirine bakın, aranızda okuyun ve konuşun. En kıymetli zamanları en kıymetliye ayırın.

Namazda okumak, duâda söylemek:
 Mânâsı çok dikkatimizi çeken âyetlerin meâlini öğrendikten sonra metnini de ezberleyip namazlarda o tefekkür içinde okuyabiliriz. Veya o sözlerle Rabbimize duâ edebiliriz. Meselâ, Kur’ân’daki peygamber (a.s.) duâları, Ashâb-ı Kehf’in duâsı gibi.

Özellikle dikkat çekilen âyetler:
 Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in özellikle dikkat çektiği âyetlerin meâllerini, büyük zâtların bilhassa etkilendikleri ve vird edindikleri âyet-i kerime meâllerini öğrenebilir ve üzerinde mütâlaada bulunabiliriz.

İhtiyaç penceresinden bakarak:
 Hayatta ihtiyacımız olan her konuda bize yol gösterecek en az bir âyet öğrenmeyi ve yeri geldiğinde istifade etmeyi ve ettirmeyi kendimize amaç edinebiliriz. Bu çok dinamik bir süreç olur.
Günümüz dünyasında insanlığın en fazla ihtiyacı olan âyetleri öğrenebilir, insanlara, özelliklerine göre, çeşitli şekillerde sunabilir, Kur’ân’la o âyetlerin açtığı kapıdan muhatap olmalarını sağlayabiliriz.
Kur’ân! Acaip kitap!
Her şahsa tek tek hitap..
 İstanbul, 1996
Özel problem veya ilgilerini bildiğiniz insana, ihtiyaçlarına hitap eden âyetleri okuduğunuzda, onu bam telinden yakalarsınız. İnsanların özellikle şiddetli ihtiyaç vakitlerine –üzüntü, sevinç ve kararsızlık halleri gibi– dikkat edin. Kime, hangi zamanda ne vereceğini çok iyi bilen mütehassıs bir doktor gibi olun.
İşte âyet: “İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütlerle davet et ve onlarla olan mücadeleni en güzel şekilde yap…” (Nahl: 125)
Yalnız, söylediğini yapanın tesiri başka olur değil mi? Allah-ü Teâlâ, Fussilet Sûresi 33. âyette şöyle buyuruyor: “Allah’a çağıran, salih ameller (iyi işler) yapan ve ‘Şüphesiz ki ben Müslümanlardanım!’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir!”

Bir tek âyet bile:
 Allah’ın gönderdiği bu Kitab-ı Azîm’e öyle bakın ki; bir insanın O’ndan okuyacağı tek âyet bile dünyasını değiştirebilir, karanlıklarını aydınlatabilir. Kur’ân hediye ederken içinizde o ümitle ve kalbinizden gelen o tebessümle hediye edin. Siz size düşeni, yani elinizden geleni en güzel şekilde yapmaya gayret edin. Sözü tesir ettirecek olan O. Her şeyi bilen O. Neyin, nerede, ne yapacağını siz bilemezsiniz.

Teşvik:
 Arkadaşlarınızı, çevrenizdeki herkesi, uygun olan her fırsatta, sıkmadan, zorlamadan, Kur’ân’da Allah’ın insanlara nasıl yol gösterdiğini, problemlere nasıl çözümler sunduğunu öğrenmeye teşvik edersiniz. Kamer Sûresi’nde Allah-ü Teâlâ, “Andolsun Biz Kur’ân’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Düşünüp öğüt alan yok mudur?” âyetini dört defa tekrar buyurup öylesine dikkat çekiyor. Allah Resûlü (s.a.v.), “Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” buyuruyor. Teşvikte bu anlayış ihmal edilmemeli.
Uygun gördüğünüz insanları Kur’ân meâli dağıtmaya teşvik etmek de, -hatta kendinize vazife edinerek, her gün en az bir kişiyi teşvik- bu konuda yapılabilecek büyük hizmetlerden biridir. Kim bilir, öyle birine vesile olursunuz ki, sizden daha büyük ve güzel hizmetler yapar, sizi öylesine sevindirir.

Ezberlediğini yaz:
 Ezberlediğiniz meâli cebinizdeki küçük bir deftere yazabilirsiniz. Arada bir yazdıklarınıza göz atıp hatırlama ve pekiştirme imkânı da olur. Allah’ın kitabını mânâsıyla birlikte her zaman kafanızda taşıyamıyor olabilirsiniz ama o küçük gözüken adımlarla başlayan ezberler ihtiyaç vaktinde sizin ve başkalarının o kadar çok işine yarar ki, şaşırırsınız. Çorak toprağa âb-ı hayat gibi!

Her şeyimizle O’na yönelmek:
 Kur’ân okur ve dinlerken, yalnız aklımızla değil, kalbimiz, vicdanımız ve diğer lâtifelerimizle de O’na yönelmeliyiz. O’nun başka bir söz, Allah’ın sözü olduğunun idrâk ve heyecanı içinde.

Yeni yollar:
 Siz de yeni yollar bulabilirsiniz. “Bütün yolların sahibi”nden istersiniz, samimi olarak ararsınız, yeni ve belki de burada yazılanlardan çok daha güzel yollar lûtfeder.

Uygulamada ısrar:
 Uygulamada ısrar ve inat edin. İnat damarını olumsuz yönlerde çok kullanıyoruz, artık asıl kullanılması gereken yerlerde kullanalım.
Kısa sûreler, çok okunan sûre ve âyetler ve meâlleri: Çocuklar kısa sûreleri ezberlerken, Rabbimizin o sûrelerde bizlere neler anlattığını önce meâlden birlikte okuyabilir, üzerinde konuşabilir ve onların düşüncelerini dinleyebiliriz.
Çok okunan sûre ve âyetlerin meâllerini okumak veya okutup dinlemek de çok cazip ve sürekli etkileyici olur.
Yalnız, o âyetlerin mânâsının sadece o kısa meâllerden ibâret olmadığını, Allah sözü olduğu için mânâsının da sonsuz olduğunu anlatarak ve onların anlayacağı bazı bilgiler, örnekler sunarak. Bu konuda onların söyleyecekleri varsa onları da dinleyerek. Kur’ân’ın engin deryasını aksettirme noktasında, meâlin bire bir tercüme bile olamayacağını, bunun için “tercüme” değil “meâl” dendiğini de seviyelerine uygun bir dille anlatarak.
Bu yapılanlar, çocuğu Kur’ân’ın içine daha bilinçli olarak ve severek çekecek, Allah ile irtibatını artıracak ve güçlendirecektir.

Haddini bilmek:
 “Meâlcilik yapmak”tan özenle kaçınılmalı, haddi aşma ihtimalinin olduğu yorumlardan hemen uzaklaşılmalıdır. “Her âyetten bir şey çıkaracağım” mantığı doğru değildir. İlim, tecrübe vs. isteyen hususlarda susmamız icab edebilir.
Meâl okuyarak âdeta içtihat yapmaya, Kur’ân’ı çok iyi bilen ve yaşayan bir âlim gibi hüküm çıkarmaya kalkışan ve çıkmaz yollara sapanlar için ve bu tehlikeye düşme ihtimali ile karşı karşıya olan herkes için, Hz. Ali (k.v.) Efendimizin şu sözü sanırım yeterince koruyucu bir güce sahiptir: “Bilmedikleri yerde dursalardı sapıtmazlardı.” İnsanın her şeyi bilmesi mümkün değildir, şart da değildir. Haddini bilmeyen, kendini bilmez, Hâlık’ını bilmez.

Hürmet:
 Nerede okursak okuyalım, O’na bakışımızda, okuyuşumuzda ve o sıradaki her türlü tavrımızda Kur’ân’a hürmet kendisini göstermeli. O’nun başka kitaplardan farkına uygun bir hâl içine girmeli ve O’na yakışır bir titizlik içinde düşünmeye gayret etmeliyiz.

Ümit ve dua:
 Tevessül ve tevekkül. Hayat bu iki kelimenin içinde. Bu güzel yolda elimizden geleni yaparken ve yaptıktan sonra tesirini halk etmesi için Kalpleri Çeviren’e, emrettiği gibi ısrarla dua ederiz. İnsanın başkaları için ısrar ile dua etmesi ne kadar güzel! Kur’ân’ın insana kazandırdığı yüce hasletlerden sadece biri. Allah o “Şifa Kaynağı”ndan her yönüyle en güzel şekilde istifadeyi nasip eylesin bize ve bütün insanlığa…
İnsanları Kur’ân’a davet eden bu ve benzeri gayretler, inşaallah, kalplerin O’na çevrilmesine ve Kur’ân’ın yetiştirmek istediği, insanlığın gönlünü ve yüzünü güldürecek, o hasret kalınan, “insan” kelimesinin içini hakkıyla dolduran insan tipinin yetişmesine ve dünyayı hayal bile edilemeyecek kadar güzel bir bahçeye çevirmesine bir vesile olur.

Cuma, 17 Ocak 2014 20:47

İNSANIN HAYAT SERÜVENİ

alt

İnsanın yaratılış gayesi Allah’a ibadet etmektir.51/56 Ölüm ve hayat da bu insanların hangisinin daha iyi ibadet edeceğini test etmek için yaratılmış.67/2 Ama ‘ahsen-i takvîm’95/4 üzere yaratılan bu insanın yaratılış serüveni nasıl başladı, nasıl bitecek? Bu yazımızda, bu yolculuğu ayetler ışığında cennette, Firdevs-i Âlâ’da sonuçlandırmak istiyoruz.

Hakikaten insan yaratılmadan önce üzerine uzun bir zaman gelip geçti. Henüz o vakitlerde insan daha yaratılmadığından anılan bir şey değildi.76/1 Bu yüzden insanın, önceden hiçbir şey değil iken kendisini hakikaten Allah’ın yarattığını düşünmesi gerekir.19/67

Yaradanımız Allah, yaratmayı murad ettiği biz insanoğlunun faydalanıp ibret alması için yeryüzünde ne varsa hepsini, her şeyi yerli yerinde yarattı. Sonra iradesiyle göğe yönelip onları yedi kat gök olarak bir sistem üzere düzenledi.2/29 Sonra da meleklere: “Ben, yeryüzünde hükümlerimi yerine getirecek bir halife, yetki ve yöneticiliğe elverişli bir insan yaratacağım.” dedi. Melekler de: “Yâ Rab! Biz seni hamd, övgü ile yüceltip ve seni bütün noksanlıklardan tenzih edip ulularken, orada senin emirlerini tutmayıp bozgunculuk çıkaracak ve kan akıtacak birisini mi yaratacaksın?” deyince Allah Teâlâ: “Şüphesiz ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim.” diyerek onlara karşılık verdi.2/30

Ve Allah (cc.), yarattığı Âdem’e eşyaya ait bütün isimleri öğretti,2/31 sonra Adem onların isimlerini meleklere Allah’ın emri ve izni ile haber verdi.2/33Daha sonra da Allah meleklere: “Kudretim için Âdem’e secde edin.” dedi de  cinlerden olan18/50 iblis hariç, hepsi hemen secde ettiler. O ise direndi, secde etmedi, büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.2/34

Sonra Allah (cc.) Âdem ve onun özünden/maddesinden yarattığı4/1 eşi Havva anamıza: “Sen ve eşin cennette kalın, dilediğiniz yerde oradaki nimetlerden bol bol yiyin, yalnız şu ağaca yaklaşmayın; yoksa kendisine yazık edenlerden olursunuz.” emrini verdi.2/35 Ve Ademoğlunun, Yaratıcısı olan Rabbini dinlemeyen ve secde etmeyen şeytan ile imtihanı burada başladı.

Derken, şeytan onları “cennette ebedî kalırsınız.” aldatmacasıyla o ağaçtakinden yedirdi ve ikisinin ayağını kaydırıp içinde bulundukları yerden, cennetten çıkarmayı sağladı. Allah (cc.) da: “Haydi! şeytana uymakla birbirinizin düşmanı olarak hepiniz yeryüzüne inin. Sizin için ömrünüzün sonuna kadar yeryüzünde ikamet etme ve faydalanma, geçiminizi sağlama imkânı vardır.” dedi.2/36 Böylece insanoğlunun dünya serüveni başlamış oldu.

Dünyaya gönderilen Âdem (as.), Rabbinden aldığı birtakım kelimeleri belledi/öğrendi ve onlarla O’na tevbe etti ve yalvardı. Allah (cc.) da onun tevbesini kabul etti.2/37 Yeryüzüne inen Âdem (as.)’a Rabbinden şu talimat geldi: “Eğer benden size ve neslinize bir hidayet, Peygamberlik/Kitab gelir de, kim hidayetime/rehberime tâbi olursa, artık onlara hiçbir endişe yoktur ve onlar bir üzüntü de duymayacaklardır.”2/38 Allah insanoğluna gönderdiği sayısız peygamberi4/164;40/78 ile doğru yolu gösterdi.

Rabbimiz, Âdemoğulları’ndan, onların gelmiş gelecek zürriyetlerini, sırtlarından, sulblerinden zerreler halinde alıp çıkarmış ve onları, kendilerine şahit tutarak: “Ben sizin, Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da: “Evet Rabbimizsin, şahit olduk.” demişlerdi. Bu da dünyada kâfirliğe sapıp da kıyamet gününde: “Biz bundan habersizdik.” dememeleri içindi.7/172 Yahut: “Ne yapalım, ancak daha evvel babalarımız Allah’tan başkasına bağlılık göstererek O’na ortak koşmuşlardı. Biz ise ancak onlardan sonra gelen ve onlara uyan bir nesil olduk. Batıl yoldan gidenlerin işledikleri günahlar yüzünden bizi de helak edecek misin?” demesinler diye idi.7/173

Peygamberler dahil, dünyada hiçbir insana ebedî hayat verilmedi.21/34 Yeryüzüne gelen her nefis ölümü tadacaktır. Bir imtihan olarak şer ile de hayır ile de denenecektir. Sonunda hepisinin dönüşü Allah’adır.21/35 Çünkü yeryüzünde bulunan her canlı fanidir, yok olacaktır. Baki ve ebedi kalacak sadece Yaradanımız Allah olacaktır.55/26;28/88

Kimi insanlar bilmeden Allah hakkında tartışır ve bu hususta azgın şeytan ve benzerlerine uyar.22/3 Halbuki o şeytan hakkında yazılmıştır ki: “Kim kendisini dost edinirse kesinlikle onu saptırır ve o kimseyi cehennemin alevli ateşine iletir.”22/4

Doğrusu Allah, insanı kudretini göstermek ve teklifleriyle imtihan etmek için, erkekteki çeşitli unsur ve salgılar içindeki genetik kısmın, kadın yumurtasındaki genetik kısımla karışmış bir nutfe/zigottan yarattı da insanı işiten ve gören bir varlık yaptı76/2 ve şöyle buyurdu:

“Ey insanlar! Şâyet öldükten sonra dirilmekten şüphe etmekte iseniz ilk yaratılışınızı hatırlayın. Kesinlikle bilin ki biz, sizi ilk önce karışmış çeşitli renk topraktan, insan olarak yarattıktan sonra sırasıyla onun içinden çıkan nutfe, aşılanmış yumurta/zigot halinden sonra bir alaka, sonra üzerinde uzuvlarının bir kısmı belirli bir kısmı belirsiz küçük bir et parçasından, bir mudgadan yarattık ki size ne olduğunuzu ve kudretimizi açıklayalım. Rahimlerde dilediğimizi, belirtilmiş bir vakte kadar durduruyoruz, sonra sizi bir bebek halinde çıkarıyoruz. Derken olgunluğa erişmeniz için sizi büyütüyoruz. İçinizden kimi erken öldürülüyor, kimi de daha önce bazı şeyleri bilirken, sonra artık çocuk gibi hiçbir şey bilmez hâle gelmesi için erzel-i ömr’e, ömrün en kötü devrine itiliyor.22/5

Allah (cc.) Nuh’u ve İbrahim’i peygamber olarak gönderdi. Peygamberliği ve Kitab’ı da artık onların nesillerine verdi. Onlardan bir kısmı doğru yolu bulmuştur. Fakat çoğu yoldan çıkmışlardır.57/26 Yine Allah (cc.), resûllerini, açık delillerle gönderdi ve insanların adaleti vahye uygun olarak ayakta tutmaları için, onlarla beraber hükümleri bildiren Kitab’ı ve mîzânı, adalet ve ölçüyü de indirdi 57/25 ve şöyle ferman buyurdu:

“Allah’a ve resûllerine inananlar hem Rableri yanında dosdoğru olanlar hem de Allah için şehit olanlar/şâhitlikte bulunanlardır. Onların hem mükâfatları, hem de nurları vardır. İnkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar da cehennem ehlidirler.57/19 Bilin ki âhiret kazancına önem verilmeden geçirilen dünya hayatı, ancak geçici bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir övünme, mal ve evlatta çoğalma yarışıdır. Bu tıpkı şuna benzer: Bir yağmurun bitirdiği o yeşil bitki, ekincilerin hoşuna gider, fakat sonra o bitki kurur da sen onu sararmış halde görürsün. Sonra da çer çöp olur. İşte dünyadaki her şey de böyledir. Âhirette ise günahkârlara şiddetli azap, iyilere de Allah’tan mağfiret ve hoşnutluk vardır. Dünya hayatı, aldatıcı bir faydalanmadan, bir rüyaya sevinmeden başka bir şey değildir.57/20

Yer sarsıntı ile çarpıla çarpıla paralandığı, melekler sıra sıra iken Rabbinin emri geldiği zaman, o gün cehennem de getirilip ortaya konulur. O gün günahkâr insan, her şeyi hatırlar, ama artık hatırlama ona ne fayda verecek? O zaman: “Ah keşke ben, bu hayatım için dünyada iken sâlih ameller yapıp önceden gönderseydim.” diyecek. Artık o gün, O’nun azabı gibi, hiç kimse azap edemez ve hiç kimse, O’nun âsîlere vurduğu bağ gibi bağ vuramaz. Ey Allah’ın rızasıyla huzura eren nefis! Rabbini hoşnut etmiş ve sen de Rabbin tarafından hoşnut edilmiş olarak Rabbine dön. Haydi iyi kullarımın içine katıl ve cennetime gir! denilir.89/21-30

Bu duruma erişmek için çalışmak, insanın en büyük gayesi olmalıdır. Bu aşamaya gelmesi için insanın, nefsiyle mücadelesinde nefsinin hayvanî yönüyle, Emmâre olan kötülüğe, günaha teşvik eden yönü ve Levvâme yani günahlarından pişmanlık duyup kendini kınayan fakat tam vazgeçemeyen yönleriyle mücadele edip onlardan kurtulması lazımdır.

Kadınlardan, oğullardan, kantarlarca yığılıp biriktirilmiş altın ve gümüşten ve otlağa salınmış özel besili atlardan; deve, sığır, koyun, keçi gibi hayvanlardan ve ekinlerden yana nefsin istekleri, insanlara süslü cazip gösterildi. Bunlar imtihan için verilen dünya hayatının geçici birer nimetidir. Varılacak yerin en güzeli ise Allah’ın katındadır.3/14 Ey Resûlüm! De ki: “Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi? Takvâya erenler, yani Allah’ın emrine uygun yaşayıp günahtan sakınanlar için Rableri katında, içinde devamlı kalacakları, alt tarafından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve hepsinin üstünde Allah rızası vardır. Allah kullarını hakkıyla görmektedir.”3/15

İnsanlar Allah’ı hakkıyla takdir edemediler. Halbuki kıyamet günü, yeryüzü tamamen O’nun tasarrufundadır. Gökler de O’nun kudretiyle dürülmüş olacaktır. O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir. Kıyamet kopunca, ilk Sûr’a üflenecek, artık Allah’ın dilediği meleklerinden başka, göklerde olan ve yerde olanların hepsi düşüp ölecektir. Sonra ona bir daha üflenecek, onlar hemen dirilip ayakta bakınıp duracaklar.39/67-8

Yer, Rabbinin nuruyla parlayacak, amel defteri ortaya konulacak, peygamberler ve şâhitler getirilecek, onlar haksızlığa uğratılmaksızın aralarında adaletle hükmedilecektir. Herkese yaptığının karşılığı tam olarak ödenir. O Allah, onların yaptıklarını en iyi bilendir. Kâfirler, bölük bölük cehenneme sürülürler. Nihayet oraya geldikleri zaman, onun kapıları açılacak ve bekçileri onlara: “Size, içinizden, Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugününüze kavuşmanız hakkında sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?” diyecekler. Onlar da: “Evet geldi.” diyecekler. Fakat artık azap sözü, kâfirler üzerine gerçekleşecektir. Onlara:) “Girin, içinde temelli kalacağınız cehennemin kapılarından. İşte, Allah’a imana ve teslimiyete karşı kibirlenenlerin yeri ne kötüdür!” denilir.39/69-72

Rablerine saygı duyup emrine uygun yaşayanlar ise, bölük bölük cennete sevkedilecekler. Nihayet oraya gelip de kapıları açılınca, cennetin bekçileri onlara: “Size Allah’tan selam olsun, tertemizsiniz. Artık ebedî olarak buraya girin!” diyecek. Cennetlikler de: “Bize verdiği cennet sözünü yerine getiren ve bizi, dilediğimiz kısmında oturacağımız cennet yurduna mirasçı yapan Allah’a hamdolsun. Allah için çalışanların mükâfatı ne güzelmiş!” diyecekler.39/73-4

Melekleri görürsün ki arşın etrafını kuşatmış olarak Rablerini hamd ile tesbih ederler. O gün o cennet ve cehennemlik olanlar arasında hak ile hükmedilmiş ve: “Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” denilmiş olacaktır.39/75

Mahmud Z. Ünal

15 Şevval 1433- 2 Eylül 2012

Cuma, 17 Ocak 2014 20:43

SAMİMİ DÖNÜŞ

alt

Ey iman edenler! Tam ve kesin  bir tevbe ile Allah’a yönelin. (Böyle yaparsanız) umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter ve sizi alt tarafından ırmaklar akan cennetlere koyar. O gün Allah, Peygamberi(’ni) ve onunla beraber olan mü’minleri utandırmayacaktır. Onların nuru (o gün Sırât’ta) önlerinde ve sağlarında koşacak (aydınlatacak)tır. Diyecekler ki: “Ey Rabbimiz! Bizim nurumuzu tamamla (cennete kadar devam ettir, söndürme) ve bizi bağışla, doğrusu sen her şeye kâdirsin.” (66/Tahrim,8)

Mealde “tam ve kesin bir tevbe” şeklinde Türkçeleştirilmiş olan “nasuh tevbesi” müfessirler tarafından sâdık bir tevbe, günaha bir daha dönmemeye kararlı bir kimsenin tevbesi olarak tefsir edilmiştir. Böyle bir tevbenin önceki günahları tamamen ortadan kaldıracağı da tefsirlerde geçmektedir.
İbn-i Kesir, nasuh tevbesinin, tevbe edenin hal ve harekâtını düzelten tevbe olduğunu, böyle bir tevbe ile insanın daha önce yaptığı bayağılıklardan uzaklaşmış olacağını söylemektedir.
Hazreti Ömer, kendisine tevbe-i nasuh nedir? diye soranlara; tevbe-i nasuh, tevbe eden kimsenin işledeği kötü fiilden uzaklaşıp bir daha öyle bir fiile dönmemesi demektir diye cevap vermiştir. İslam âlimleri bu ve benzeri ifadelere dayanarak tevbe-i nasuhu hâl-i hazırda işlenmekte olan günahı terk etmek, geçmiş günahlardan dolayı pişmanlık hissi içinde olmak ve gelecekte günah işlememeye azmetmek olarak tanımlamışlardır. Tevbe edenin, üzerindeki kul haklarından da, hak sahiplerini razı ederek kurtulması gerektiği yine âlimlerin tevbe-i nasuh ile ilgili verdikleri bilgiler arasında yer almaktadır.
Hasan-ı Basrî Hazretleri, tevbe edenin, severek işlediği kötü fiilden nefret eder hale gelmesini ve o fiili hatırladıkça Allah’tan bağışlanma dilemesini  nasuh tevbesinin belirtisi saymıştır.
İmam Gazali, İhya adlı eserinde günah işleyenin iman bakımından durumunu anlatırken şu örneği vermektedir:
Bir doktorun, hastasına herhangi bir şeyin zehirli olduğunu, onu katiyyen yememesi gerektiğini söylemiş olduğunu düşünelim. Hasta, doktorun bu uyarısına aldırmayarak zehirli şeyi yerse bu, o kimsenin, doktorun var olduğunu, doktor olduğunu inkâr ettiği anlamına gelmez.
Bunun gibi günah işleyen de günah işlemekle Allah’ın varlığını, âlemlerin Rabbi olduğunu inkâr etmiş olmaz. Ancak yine de imanında bir noksanlık olduğunda şüphe yoktur. Bu noksanlık bir çok şubesi bulunan imanın, işlenen günahla ilgili şubesine ait bir noksanlıktır.
 Şu bir gerçektir ki; iman, bölünme kabul etmeyen bir bütündür. Bu nedenle Allah’ın haram kıldığı herhangi bir şeyin haramlığına inanmamak günah işlemekten çok farklı bir şeydir. Bu durumdaki kimse, iman nimetinden tamamen mahrum kalır.
Örnekteki, doktorun tavsiyesine uymayarak zehirli maddeyi yiyen de Allah’ın emrine karşı gevşeklik göstererek günahı işleyen de inkârcı olmaktan ziyade yaptığı işin zararını yeterince göremeyen kimselerdir. İşte İmam Gazalî’nin bahsettiği iman noksanlığı bu anlamda bir iman noksanlığıdır. Bu durumu iman zayıflığı tabiriyle ifade etmek mümkündür. Çünkü, bölünme kabul etmeyen iman kuvvetli veya  zayıf olabilmektedir.
 Günahların zararını bilip onlardan kaçınmak hususunda âzamî gayret gösteren bir müminin imanı, hiç şüphe yok ki günahı, çok da tehlikeli görmeyen müminin imanından daha kuvvetlidir.
Bu bakımdan tevbeyi imandaki bir noksanlığı giderme çabası olarak görmek mümkündür. Bu noksanlığın belirtisi, günahların zararını görememek, noksanlığın giderilmesi de bu zararı derinden kavrayacak hale gelmektir. Bu bakımdan tevbeyi bilinç düzeyindeki yükselme sonucu ortaya çıkan bir hal olarak tanımlamak yanlış olmasa gerektir.
Yukarıda söylenenleri göz önünde tutarak, tevbenin ilk adımı, günahların, zararını ve kul ile Rabbi arasında perde olduğunu bilmektir diyebiliriz. Bu bilginin kalpte yer etmesiyle insanın içinde bir elem peyda olur. Bu elem, Allah’ın sevgisini elde etme imkânı varken ondan mahrum kalma korkusundan doğan bir elemdir.
Kulun, kendisini Allah’ın sevgisinden mahrum bırakabilecek olan fiilinden dolayı içinde hissetiği eleme pişmanlık denir. Pişmanlık tevbenin en önemli rüknü olduğu için Efendimiz aleyhissalatu vesselam “pişmanlık tevbedir” buyurmuştur.  Pişmanlığın etkisiyle harekete geçen insan, biri içinde bulunduğu zamana, diğeri geçmişe, bir diğeri de geleceğe ait olmak üzere birtakım çabalara kendini mecbur hisseder.
İşlediği kötü bir fiilden dolayı pişman olan bir kimsenin, içinde bulunduğu zamana ait olarak yapacağı şey; günahı hemen terk etmektir. Geçmişe ait olarak yapacağı şey; günahın verdiği zararları telafi etmektir. Geleceğe ait olarak yapacağı şey ise kendisiyle Rabbi arasında perde olan günaha ömrünün sonuna kadar bir daha hiç dönmemeğe azm etmektir.
Müminin hal ve gidişini gözden geçirip Allah’ın rızasına uygun olmayan iş ve davranışlardan bir an önce kurtulma çabası içerisinde olması gerekir. Bu hususda acele etmeyip tevbeyi erteleyenlerin durumu, sağlam bir ağacı devirmeye çalışan deviremeyince de bir sene sonra deviririm diyerek bu işden vazgeçen orta yaşlı bir adamın durumuna benzetilmiştir. Adamın ağacı devirme işini ertelemesi yanlışdır; çünkü, bir sene sonra ağaç daha da sağlamlaşacak adam ise biraz daha yaşlanıp güçden düşecektir.
Prof.Dr.M.Tahir Yaren / Yalova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı ve Mantık Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

 altSünnet-i seniyye-i nebeviyyenin bugünkü hayatımızda, müslümanın hayatındaki yeri ve önemi üzerinde açıklamalara geçmeden önce, sünnet kelimesini hatırlayalım:

Sünnet Nedir?
Sünnet kelimesi genel olarak, senne fiilinden çıkıyor; Arapçada bir yol tutturmak, bir adeti devam ettirmek mânâsına geliyor. Onun için SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:
(Ve men senne fil-islâmi sünneten haseneten feumile bihâ ba’dehû, kütibe lehû mislü ecri men amile bihâ, velâ yenkusu min ücûrihim şey’ün)
“Kim müslümanlıkta güzel bir yol tutturur, güzel bir adet ortaya çıkartır ve bu güzel yol kendisinden sonra sürdürülürse, o yolda gidenlerin sevabından bir şey eksilmeksizin bir misli de o adeti ortaya çıkarana yazılır.”
Aksi de var: (Ve men senne fil-islâmi sünneten seyyieten feumile bihâ ba’dehû, kütibe aleyhi misli vizri men amile bihâ, velâ yenkusu min evzârihim şey’ün) “Kim kötü bir çığır açar, kötü bir yol tutturur, o çığırdan da ondan sonra başkaları yürürse; o yürüyenlerin günahından bir şey eksilmeksizin bir misli de bu ilk açana yüklenir.” diye de bildirilmiş.
Genel mânâsı bu…
Tabii, özel bir kaç mânâsı daha var. Başta gelen anlamı, Peygamber SAS Efendimiz’in bize dinimizde örnek olan sözleri, fiileri ve hattâ takrîri… Yâni karşısında bir şey yapıldığı zaman, eğer men etmemişse, müdahale edip durdurmamışsa, düzeltmemişse, yanlışlığını vurgulamamışsa; demek ki bir yanlışlık yok, yapılabilir. Sükûtu da hi bir mânâ ifade ediyor Peygamber SAS Efendimiz’in. O da bizim için bir kaynak, bir delil, hükmün çıkartılması için sebep oluyor.
Sözleri doğrudan doğruya anlaşılır bir kaynak; söz söylememiş olsa, bazı hareketleri yapmış olsa, o yapmış olduğu hareketler de bizim için örnek; “Efendimiz oturura su içti, Efendimiz haccı îfa ederken falanca yerde şöyle davrandı…” diye, davranışları dahi bi işin içine giriyor. Burada sünnetin önemi denildiği zaman kasdedilen bu… Peygamber Efendimizin bize örnek olan, bizim kendisinden istifade edeceğimiz ve kendisine uymamız gereken sözleri, hareketleri, sükûtu, takrîri…
Tabii, bir de fıkıhta sünnet kelimesi var. Ef’âl-i mükellefîn, kulların fiillerinin sevap ve günah bakımından değerlerini ifade eden terminoloji sırasında farz var, ondan sonra vâcib var, sünnet var, müstehab var… Onlardan birisi olarak şu sünnettir demek, Peygamber SAS’in yaptığı bir şeydir ama, farz gibi değildir; farzdan daha sonra, ikinci, üçüncü sırada gelen fiil mânâsına…
Tabii bunun dışında sosyal hayatımızda başka anlamları var. Türkiye’de sünnet olmak denilince, çocukların bir tatlı hatırası hatıra gelebiliyor. O da SAS Efendimiz’in o tıbbî operasyonu çocuklar üzerinde tavsiye etmesinden ve hadis-i şerifinde, “On şey fıtrattandır, bunları yapmak lâzımdır.” diye işaret buyurmasından… Bu on şeyin içinde, işte koltuk altı kıllarının izale edilmesi, tırnakların kesilmesi vs. arasında bir de bir de sünnet edilmek… Ona Arapçada sünnet demiyorlar, hıtân diyorlar. Türkçede sünnet diye yerleştirilmiş. Çünkü büyüklerimiz bir takım fiileri sevdirmek istemişler, yapılışındaki niyetin ne olduğunu öne çıkarmak istemişler, o isimle isimlendirmişler.
Rasûlüllah’a İtaat İmanın Gereği
Dinimizde sünnetin ehemmiyeti çok büyüktür ve bu hiç şek ve şüphe kabul etmez, münakaşa götürmez bir açıklıkla ortadadır. Pek çok ayet-i kerime var; her bakımdan Rasûlüllah SAS Efendimiz’e ittibâ etmemizi, uymamızı bize kuvvetli bir şekilde emrediyor. Onlardan birkaç tanesini nümûne olmak üzere zikretmek isterim. Çok açık kısa bir ifade ile meselâ:
(Etîullàhe ve etîur-rasûl)
“Allah’a itaat ediniz ve onun gönderdiği peygamberi olan, elçisi olan Rasûlüllah’a itaat ediniz!”
Sonra:
(Ve mâ kâne limü’minin velâ mü’minetin izâ kadallàhu ve rasûlühû emran en yekûne lehümül-hıyeratü min emrihim)
“Allah ve Rasûlü bir mü’min erkeğe veya hanıma, şunu şöyle yap, bunu böyle yapman lâzım gelir diye bir hükmü hükmettiği zaman…” Tabii Allah’ın hükmü vahiy indirmek sûretiyledir, Peygamber SAS Efendimiz’in hükmü de o kişi hakkında, o olay üzerinde onun hakemliği iledir, ona karar vermesi iledir. “Bir mü’min erkek veya hanım için, böyle kendisi hakkında bir hüküm, Allah ve Rasûlüllah tarafından açıkça beyan edildiği zaman, artık kendisinin bir seçme hakkı, tercih hakkı veya yapıp yapmama durumu bahis konusu olamaz.” Yâni ne olacak? O işi Rasûlüllah’ın emrettiği şekilde yapması lâzımdır. Yapmadığı takdirde günahkâr olur.
Bu sadece Peygamber SAS Efendimiz hakkında özel bir durum değildir. Buyruluyor ki:
(Vemâ erselnâ min rasûlin illâ liyutàa biiznillâh)
“Biz hiç bir peygamberi başka bir maksatla göndermedik, ancak kendisine itaat edilsin diye gönderdik.” Peygamberler boşuna gönderilmiş, sözüne, hükmüne, emrine itibar edilmeyen kimseler değildir. Peygamberler itaat edilsin diye gönderilmiş kişilerdir. Bütün peygamberler böyledir. Bütün peygamberler hangi ümmete gelmişse, hangi insanların peygamberiyse, onların ona itaat etmesi kanûn-i ilâhîdir. Allah’ın emri böyledir.
(Felâ ve rabbike lâ yü’minûne hattâ yühakkimûke fîmâ şecera beynehüm sümme lâ yecidû fî enfüsihim haracen mimmâ kadayte ve yüsellimû teslîmâ.)
“Hayır, iş sizin sandığınız gibi değil, sizin zihninizde tasavvur ettiğiniz gibi, düşündüğünüz gibi değil; insanlar, o mü’minim diyen kimseler, iman ettik deyip Rasûlüllah’ın etrafında toplanan insanlar gerçekten iman etmiş olmazlar,
(hattâ yühakkimûke fîmâ şecera beynehüm)
ey Rasûlüm seni aralarındaki ihtilâflı konularda hakem kabul etmedikçe… Yâni, “Rasûlüllah’a gidelim, ne derse âmennâ ve saddaknâ, kabul edelim!” demedikçe, böyle bir teslimiyet içinde olmadıkça;
(sümme lâ yecidû fî enfüsihim haracen mimmâ kadayte)
senin verdiğin hükümde de, içlerinde bir eziklik, bir kabul etmeme duygusu, bir hoşnutsuzluk da olmamak şartıyla, böyle bir teslimiyetle teslim olmadıkça gerçek bir mü’min olmuş olmazlar.” deniliyor bu ayet-i kerimede…
Demek ki Rasûlüllah ne derse, hem kabul edecekler, hem de içlerinde bir itiraz duygusu bile tahakkuk etmeyecek. “Tamam! Mâdem Rasûlüllah böyle emretmiş, öyle olsun!” diyecekler, lehlerine de olsa, aleyhlerine de olsa, öyle yapacaklar.
Bunun mükâfâtı nedir:
(Ve men yutıillâhe ver-rasûle feülâike meallezîne en’amellàhu aleyhim minen-nebiyyîne ves-sıddîkîne veş-şühedâi ves-sàlihîn, ve hasüne ülâike refîkà.)
“Kim Allah’a itaat ederse ve Rasûlüllah’a itaat ederse; işte bu itaat eden kimseler, kendilerine Allah’ın lütfettiği, ikram ettiği, ihsân eylediği kimselerin yanında olacaklardır.” Allah’ın in’am ettiği kimseleri de sıralıyor ayet-i kerime:
(Minen nebiyyîne ves-sıddîkîne veş-şühedâi ves-sàlihîn)
“Peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salihler.” Yâni, Allah’a ve Rasûlüllah’a itaat eden kimseler, peygamberlerle beraber olacak, sıddîklarla beraber olacak, şehidlerle, salihlerle beraber olacaklar. Mükâfâtı bu kadar yüksek olacak.
Rasûlüllah Boş Şey Söylemez
Rasûlüllah SAS Efendimiz diğer insanlar pozisyonunda, durumunda, hilkatında ve ahlâkında değildir.
(Vemâ yentıku anil-hevâ. İn hüve illâ vahyün yûhâ.)
“Rasûlüllah hevâ-yı nefsinden, boşuna konuşan bir insan değildir, konuşmaları boş sözler olamaz.” Hani, canım beşerdir filân dersiniz, öyle değil… Rasûlüllah boşuna konuşmaz, konuştukları Allah’ın vahyidir.
Vahyi ikiye ayırır İslâm alimleri:
1. Vahy-i metlûv, yâni tilâvet edilmiş olan vahiy, Kur’an-ı Kerim.
2. Vahy-i gayrimetlûv, tilâvet edilmemiş olan vahiy… O da Peygamber Efendimiz’in kalb-i şerifine Allah tarafından ilham edilmiş olan mânâları, Rasûlüllah SAS’in kendi cümleleri ile insanlara anlatması; yâni sünnet-i seniyye-i nebeviyye, Peygamber Efendimiz’in sözleri… O da boş değildir, sebepsiz değildir.
Rasûlüllah hakkında başka bir ayet-i kerimede buyruluyor ki:
(Velev tekavvele aleynâ ba’dal-ekàvîl.)
Eğer sizin tasavvur ettiğiniz gibi, veya bir muhal durum olarak, Allah’a Allah’ın söylemediği bazı sözleri isnad eden bir kimse olsaydı; Allah söyledi diyerek kendisinin uydurduğu birtakım sözler söylemesi durumu bahis konusu olsaydı,
(Leehaznâ minhü bilyemîn.)
onu tutardık;
(Sümme lekata’nâ minhü bil-vetîn.)
sonra onun şah damarını parçalardık. Yâni ciğerini sökerdik, kalbini parça parça ederdik; mahvederdik, kahrederdik, böyle bir şeyi yaptırtmazdık.” deniliyor.
Allah-u Teàlâ Hazretleri onu, Allah’ın emirlerini, buyruklarını kullarına iletsin diye böyle bir güzel ahlâkla ve ciddiyetle seçip göndermiş, görevlendirmiş olduğunu bunlardan anlıyoruz.
Tabii Allah’ın Peygamber Efendimiz’i bu tarzda, bu çerçeve içinde göndermesi, alemlere bir rahmettir.
(Vemâ erselnâke illâ rahmeten lil-àlemîn.)
[Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.] buyruluyor. Burdaki rahmetin mânâsı da bizim Türkçedeki anlam değildir, merhamet mânâsınadır. Allah-u Teàlâ Hazretleri kullarına acıdığı için, merhametinden Peygamber Efendimiz’i göndermiştir. Çünkü eğer peygamber gelmemiş olsaydı, kullar Allah’ın rızasına uygun hareket edemeyeceklerdi. Edemeyince Allah’ın gazabına uğrayıp ahirette cezaya uğrayacaklardı, cehenneme düşeceklerdi. Allah kullarına acıdığından, merhamet ettiğinden peygamber gönderiyor; onlara rızasının yollarını peygamberi vasıtasıyla öğretiyor.
Eski ümmetlerden bazıları Rasûlüllah Efendimiz’in peygamberliğine direnmişler, “Biz Allah’ın sevgili kullarıyız, Allah’ı seven kullarız. Onun yolundayız, bizim yolumuz, kendi yolumuz bize yeter.” gibi bir tavır takınmışlar. Onlar hakkında ayet-i kerime inmiştir. Cevap olarak Allah tarafından buyrulmuştur ki:
(Kul in küntüm tuhibbûnallàhe fettebiûnî yuhbibkümüllàhu ve yağfir leküm zünûbeküm)
“Ey Rasûlüm sen o adamlara, o heriflere söyle: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız, bana tabî olun da, Allah da sizi o zaman sevsin ve sizin günahlarınızı bağışlasın!”
Demek ki Rasûlüllah’a ittibâ, Allah’ın kulu sevme vesilesidir. Bunlar bu konudaki ayet-i kerimeler… Tabii bu kadar ayet sıralamaya lüzum yoktur, bir ayet-i kerime veyahut da bir ayet-i kerimedeki bir işaret, bir mü’min için kâfîdir. Emrin müteaddid olması da gerekmez, bir emir dahi yeter. Fakat emrin çok olması, işin ehemmiyetinin daha büyük olduğunu da gösteriyor.
O bakımdan Kur’an-ı Kerim bize Rasûlüllah SAS’e her yönden uymamız gerektiğini, hükmüne rıza göstermemiz gerektiğini, ona itiraz duygusu içinde olmamamız gerektiğini çok net olarak göstermiştir, böyle yapmamızı bizden istemiştir.
Peygamber SAS Efendimiz kendisi, Allah’ın kendisine “Bildir ey Rasûlüm!” dediği şeyleri bildirirdi. Meselâ diyor ki:
(Ene seyyidül-arabi velâ fahra)
“Ben Arabın efendisiyim, öğünmek yoktur.
(Ene seyyidi benî âdem, velâ fahra)
Ben Ademoğlunun efendisiyim, öğünmek yoktur.” Öğünmek maksadıyla söylemiyorum, Allah emrettiği için söylüyorum, mekânım budur mânâsına…
(Vellezî nefsî biyedihî lâ yü’minü ehadüküm hattâ ekûne ehabbe ileyhi min vâlidihî ve veledihî ven-nâsi ecmaîn.)
Sahih hadis-i şeriftir, Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir. “Canım elinde olan Allah’a yemin olsun ki…” Yâni isterse benim canımı alır, isterse beni yaşatır, isterse öldürür. “İşte şu canımın elinde olduğu Allah’a yemin olsun ki, sizden biriniz gerçek mü’min olmuş olamaz, ben onun yanında babasından da, evlâdından da, sevilebilecek bütün insanlardan da daha sevgili duruma gelmedikçe…”
Yâni, “İnsan Rasûlülllah’ı babasından da anasından da, evlâdından da, hayat arkadaşı eşinden de, sevebildiği diğer kimselerden de, dostundan da daha fazla sevecek. Böyle olmadığı zaman, gerçek mü’min olamaz, hakîkî imana kavuşmuş bir insan olamaz.” diye buyruluyor.
Buhârî ve Müslim ve Neseî’de mevcud olan bir hadis-i şerifte çok net olarak bu bizim meselelerimiz özetleniyor. Ebû Hüreyre RA’den rivayet edildiğine göre Peygamber SAS buyurdu ki:
(Men etàanî fekad etàallah) 
“Kim bana itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.
(ve men asànî fekad asallàh)
Kim bana isyan ederse, âsî olursa, karşı gelirse, Allah’a karşı gelmiş olur.”
Onun için Rasûlüllah SAS’e itiraz, karşı gelmek, âsî olmak bahis konusu değildir; mutlak bir itaatle itaat etmek, mü’minin tam mü’min olmasının şartıdır.
Bid’atten Kaçınmak
Bu, Rasûlüllah’ın sözüne, hareketlerine çok dikkat etmek icab ettiğini gösteriyor, her şeyi, yaşamdaki bütün davranışları ona uydurmak gerektiğini gösteriyor.
Bunun zıddına bid’at derler. Yâni bir insan Rasûlüllah’ın çizdiği çerçeve içinde, gösterdiği cadde-i kübrâda yürümeyip de, başka bir yol tutturursa ve bu tutturduğu yol din namına olursa… Zâten tutturduğu yol dinden gayri bir yol olursa; Rasûlüllah’ın yolundan gayri bir yol tutturmuş, yâni inanmıyor, tamam, o kâfir… Ama dînî bir şey yapıyorum, ibadet yapıyorum, sevap kazanacağım, Allah’ın rızasını kazanacağım zannıyla Rasûlüllah’ın yapmadığı bir şeyi, söylemediği bir şeyi düşünür, yapar ve ortaya koyarsa, onun bu yaptığına bid’at deniyor.
Bid’at sahibi, bid’ati ortaya çıkartan kimse çok ağır bir şekilde itham ediliyor hadis-i şeriflerde… Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
(İyyâküm vel-bid’a)
“Sakın dinde uydurma şeyler çıkartmayın! Kendi aklınızdan, fikrinizden, mantığınızdan bir şeyler çıkartmayın!
(Feinne külle bid’atin dalâleh)
Çünkü, her bid’at sapıklıktır. (Ve külle dalâletin tasîru ilen-nâr) Her sapılık da sonunda kendisi cehenneme gider, sahibini de cehenneme götürür.”
Binâen aleyh, insanın dinde kendi bildiğine bir şey çıkartmaması, Peygamber SAS Efendimiz’in çizdiği çizgide yürümesi lâzım geliyor.
Sonra:
(İnnallàhe lâ yakbelü lisàhibi bid’atin savmen velâ salâten velâ sadakaten velâ haccen velâ umreten velâ cihâden velâ sarfen velâ adlâ, hattâ yahruce minel-islâm kemâ tahrucüş-şa’ratü minel-acîn.) 
Bu Deylemî’nin ve İbn-i Mâce’nin Huzeyfe’den rivayet ettiği bir hadis-i şeriftir. “Allah-u Teàlâ Hazretleri bid’at sahibinin, yâni sünnete uymayan, kendi bildiğine birtakım şeyler ortaya koyan kimseden herhangi bir orucunu kabul etmez, sadakasını kabul etmez, haccını kabul etmez, umreyi kabul etmez, cihadı kabul etmez; halbuki cihad Allah yolunda büyük bir fedâkârlıktır. (velâ sarfen velâ adlâ) Hiç bir şeyini kabul etmiyor. Ve o kişi, kılın hamurun içinden sıyrılıp çıktığı gibi, İslâm’dan sıyrılıp çıkar, gider.” buyruluyor.
Demek ki bu da aksine hareket edenlerin, yâni sünnete uymayan bid’at ehli kimselerin tehlikesini bildiriyor.
Hadis-i Şeriflerin Kaydedilmesi
İslâm alimleri bu ayetlerden, Peygamber SAS Efendimiz’in bu hadis-i şeriflerinden gereken tavrı öğrenmişlerdir, anlamışlardır. Sahàbe-i kirâmdan itibaren; Peygamber SAS Efendimiz’e yetişmiş, onu görmüş, onun çevresinde bulunmuş müslümanlardan itibaren, Rasûlüllah’ın hayatını çok dikkatle takib etmişlerdir. Tesbitlerini, müşahedelerini, gördüklerini, duyduklarını çok ilmî metodlarla tesbit etmişlerdir, yazıya geçirmişlerdir. Rasûlüllah’ın hayatını, sözlerini son derece mükemmel ve teferruatlı bir şekilde bize intikal ettirmişlerdir.
Onların bu hususta, bu işi sağlam yapmak hususunda, ilim aleminde ortaya koydukları kendilerine mahsus usüller vardır.
Bir kere hadisin senedi vardır. yâni bir hadisin kendisi vardır, metni vardır, tekst vardır; bir de o metnin, o rivayetin, o hükmün kimin tarafından duyulup geldiğini bildiren sened vardır, isnad zinciri vardır. Hangi sahabe duymuş, kime söylemiş, o kime söylemiş, hadis mecmuasını yazan kimseye gelinceye kadar kimin kulağından, dilinden, aklından geçerek gelmiş; bunlar tesbit edilmiştir.
Sonradan, meselâ Buhàrî hakkında söyleyelim: Buhàrî’nin bir sened zinciri var, “Ben bu hadisi şundan duydum, o Hemmâm ibn-i Münebbih’ten duydu, o falancadan duydu, o filâncadan duydu…” diye. Aradaki şahısların eserleri ortada yokken, bazı kimseler itiraz etmişlerdir, “Buhârî bunları belki doğru tesbit etmedi?” gibi. Fakat sonradan bulunan metinlerle, Hemmam ibn-i Münebbih’in sahifesi gibi bulunantamamlayıcı metinlerle, Buhàrî’nin gerçekten dediği gibi, çok sıhhatli bir şekilde bu metinleri tesbit ettiği isbatlanmıştır.
Onlar gerçekten şahısları tenkid ederek, cerh ve ta’dil kitapları yazarak, sıhhatli rivayetleri toplamışlardır. Meselâ bir insan iyi bir insan olabilir ama, ahir ömründe hafızası zayıflar, hadisleri karıştırır; onu dahi yazmışlardır. “Ömrünün sonuna doğru bunun biraz hafızası zayıflamıştır, bazı şeyleri birbirine karıştırabilir.” gibi teferruatıyla yazmışlardır.
Dünyanın hiç bir yerinde, hiç bir şahsa, Rasûlüllah SAS Hazretleri’nin hayatının detayıyla, teferruatıyla tesbit edilmek nasib olmamıştır. Yâni dünya tarihinde şu güne gelinceye kadar hiç bir beşere nasib olmamış bir genişlikle, Rasûlüllah SAS Efendimiz’in hayatı tesbit edilmiştir: Gece ne yaptı, gündüz ne yaptı, evlendiği zaman ne yaptı, hanımıyla ne konuştu?.. Yemeği nasıl yedi, elini nasıl yıkadı, yüznumaraya nasıl gitti, nasıl geldi?.. Bu kadar detaylı hiçbir beşerin hayatı tesbit edilmemiştir.
Bu Rasûlüllah SAS’e nasîb olmuş bir mazhariyettir. Tabii bizim için de çok şâyân-ı şükran bir durumdur. Çünkü dinimizin sapasağlam bir kaynaktan, çok güzel bir metodla bize kadar malzemesi nakledilmiş oluyor.
Bu malzemeyi toplayan insanlar, ashàb-ı hadis, islâm alimleri arasında çok müstesnâ mevkiye sahiplerdir. Hattâ onlar hakkında Şerefü Ashàbil-Hadîs filân gibi özel kitaplar yazılmıştır. Hadis toplayan hadis alimlerinin şerefinin, sevabının ne kadar çok olduğunu anlatan eserler yazılmıştır, neşredilmiştir.
Bir alim bir tek hadis-i şerifi duyacağım diye, bir tek hadis-i şerifi dinleyeceğim diye bir ülkeye ziyarete gitmiştir. Tabii uçakla değil, o zamanın imkânlarıyla, yaya, binbir meşakkatle; ama o meşakkatin sevabını Allah’tan bekleyerek… Toza toprağa bulanarak, Rasûlüllah SAS Efendimiz’in bir hadis-i şerifini biliyormuş falanca şahıs diye Horasan’dan Kahire’ye gitmiştir, Irak’a gitmiştir. O kadar gayret göstermişlerdir.
Mâlikî mezhebinin imamı İmam Mâlik ibn-i Enes aynı zamanda fakîh idi, müftü idi. Herkesin kendisini her yönden ziyaret ettiği renkli bir şahsiyeti vardı. Büyük bir kişi idi, zamanın sultanlarının kendisine itibar ettiği bir kimse idi. Kapısını birisi çaldığı zaman sorardı:
“–Hoş geldiniz, ne yapmak istiyorsunuz? Yâni niçin geldiniz, maksadınız, arzunuz nedir?”
“–Efendim, ben bir fıkıh meselesi sormak istiyorum. Başımdan bir olay geçti de, bu hususta fetvâ istiyorum…” gibi bir şey olursa;
“–Söyle evlâdım!” derdi, soruyu dinlerdi, cevabı verirdi.
Aynı zamanda kendisi hadis alimiydi, hadis rivâyet ederdi. Hadis râvîsi, yâni kendisi hadis toplamış, başka tarafa rivayet ediyor.
“–Ey imam, biz senden hadis dinlemeğe, hadis rivayeti almağa geldik.” derlerse;
“–İçeri buyurun!” derdi.
Adamlar içeri girerlerdi. Arapların misafire en güzel ikramı buhurdur. En güzel buhurdanı yakıp götürürdü. Şimdi bilmiyorum hacca gidenler gördüler mi, Ramazanda Suudi Arabistan’a gidenler görmüşlerdir. En ön sıralarda oturan, en zengin, itibarlı, alim, yüksek şahsiyetlere buhurdanları getirirler, onlar koklarlar. Başörtülerini de böyle yanlara tutarak içlerine çekmeleri, nefes almaları, kendilerine mahsus bir şey… Kâbe’nin etrafını böyle buhurdanla tavaf ederler, millet biraz güzel koku ile tavaf yapmış olsun diye…
Odada buhur yaktırırdı, güzel koku yaktırırdı. kendisi içerde gusül abdesti alırdı. Zâten abdestli mübarek zat ama, zâten temiz ama, hadis rivayet edeceğim diye gusül abdesti alırdı. Sırf hadis rivayet etmeye duyduğu hürmetten, saygıdan dolayı… En güzel bayramlık elbisesini giyerdi, en güzel sarığını sarardı. Salona en güzel rahleyi kurdururdu. Üstüne en pahalı, en güzel örtüyü örttürürdü. Geçerdi oraya, dinleyecekleri de gayet ciddiyetle oturturdu karşısına…
“–Ben falancadan işittim. Rasûlüllah SAS Efendimiz şöyle buyurdu.” diye, tane tane, harf harf okurdu.
Onlar da yazarlardı. Yazdıklarını kontrol ederdi, ondan sonra, “Tamam, siz benden bu hadisi rivayet edebilirsiniz.” diye icazet verirdi.
Hadis alimlerinin metodu budur, hadis toplamaları bu tarzda olmuştur.
Hadis toplayan bir alimi anlatırlar, bu da önemli bu konuda… Bir hadis rivayet eden şahıs var diyorlar. Kalkıp gidiyor talebeleriyle…
O şahsın beldesine, şehrine geliyorlar, o adamı tarlada buluyorlar. Eline otu almış, atına, “Geh geh geh…” diyor, otu gösteriyor. Atı da, otu yiyeceğim diye yanına gelince, dizgininden uttuyor, otu vermiyor. Ata yakalamak için bir oyun yapmış, ot göstermiş, fakat otu yedirmemiş ata…
O talebeleriyle ondan hadis yazmağa gelen şahıs diyor ki:
“–Bu adamdan hadis alamayız. Çünkü bu atını aldattı, kendisinin güvenirlik vasfında şaibe var. Binâen aleyh bundan hadis yazamayız!” diyor, geri dönüyor.
O kadar ciddiyetle çalışmışlardır, bu onu gösteriyor.
Onun için, Peygamberimiz hakkında binlerce hadis kitabı vardır, milyonlarca hadis-i şerif vardır. Çünkü herkes gözünü dört açmış, pür-dikkat Rasûlüllah Efendimiz’i dinlemiş ve bunu güzel bir şekilde rivayet etmeğe çalışmıştır.
Yüzlerce ciltlik hadis kolleksiyonlarına sahibiz. Kelime kelime hadis-i şeriflerin bulunması için kolaylık sağlayan kitaplar hazırlanmıştır. El-Mu’cemül-Müfehres bi-Elfâzil-Hadîsin-Nebeviyye (Konkordans) gibi eserler hazırlanmıştır.
Karşılaştığımız bugünkü meseleler içinde dahi yeni/eski hiç bir mesele yoktur ki, hadis-i şerifleri tam bilirseniz, tam okumuşsanız, onun bir cevabı olmasın… Karşılaştığınız bir sosyal mesele, bir ihtilâf, bir fitne, bir sivri fikir, aykırı fikir… Mutlaka onun hakkında bir bilgi vardır. O kadar zengin bir muhtevâya sahiptir hadis-i şerif dünyası, alemi…
İslâm’ın Anlaşılması ve Korunması
Bu çalışmalar ve hadis-i şeriflerin böyle toplanmış olması Kur’an-ı Kerim’in en iyi şekilde anlaşılmasına yol açmıştır. Çünkü Kur’an-ı Kerim Rasûlüllah’a inmiştir ve Kur’an-ı Kerim’in ahkâmını yaşamayı ilkönce Rasûlüllah Efendimiz kendi üzerinde denemiştir. Yaşanmasını sağlamak için açıklamaları Rasûlüllah Efendimiz yapmıştır. Binâen aleyh, eğer hadis-i şerifler olmasaydı, biz zekâtı nerden, ne kadar vereceğimizi kat’iyyen bilemezdik. Namazı nasıl kılacağımızı kat’iyyen tayin edemezdik. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de namaz kılın, zekât verin diyor ama, detay hadis-i şeriftedir.
Binâen aleyh bu güzel gayretler, Peygamber Efendimiz’in sünnet-i seniyyesi, hadis-i şerifler, Kur’an-ı Kerim’in en iyi anlaşılmasını ve hayata en güzel tarzda uygulanmasını sağlamıştır.
Onun için dinimizin en önemli kaynağı Kur’an-ı Kerim’den sonra, –hattâ Kur’an-ı Kerim’i de açıkladığı için birinci de diyebiliriz– en önde gelen kaynağı, sünnet-i seniyye-i nebeviyyedir. Çeşitli milletlere mensub olan İslâm ümmeti, çeşitli milletler, çeşitli kültürler demektir. Çeşitli görgüler, bilgiler, adetler, örfler demektir.
Çeşitli kafalar demektir. Bu İslâm ümmetinde hadis-i şerifler bir kültür birliği meydana getirmiştir, bir davranış birliği sağlamıştır. Milletleri ümmet olarak kaynaştırmıştır. Onları bid’atlara sapmaktan korumuştur. Dejenerasyondan, başka yabancı kültürlerin içinde entegrasyon dediğimiz onlara uymaktan, erimekten, bozulmaktan korumuştur.
Onun için bir Pakistanlı ile, bir sudanlı ile, bir Mısırlı ile, bir Cezâyirli ile, Balkanlardaki bir müslümanla, hadis-i iyi bilen bir insansa, her yönden çok rahat uyuşabilir, anlaşabilirsiniz. Çünkü kültür birliği meydana gelmiştir. Hadis-i şeriflerden doğan bir beraberlik, zevk birliği, davranış birliği, yaşam şekli birliği meydana gelmiştir.
Tabii, İslâm dinini eski dinlerin başına gelen bozulmalardan, tahrifattan, tağyîrattan korumuştur. Hadis-i şeriflerin bu kadar kuvvetli bir şekilde tesbit edilmesi, İslâm dininin tahrifata uğramasını engellemiştir, tahrifattan korumuştur, dini muhafaza etmiştir.
Bunun önemini anlamak için, bakın zamanları mukayese edelim: Peygamber Efendimiz’le bizim şu asrımız arasında ondört asır geçmiştir. Ama Hazret-i İsâ’dan daha bir asır geçmeden, hristiyanlık dejenere olmuştur ve Hazret-i İsâ’nın aslâ razı olmayacağı akîdeler çıkmıştır hristiyanların arasında… Hazret-i İsâ hiç bir şekilde, “Ben Allah’ın oğluyum!” dememiştir. “Allah’ı bırakıp da bana ibadet edin!” dememiştir. bunların hepsi sonradan, Hazret-i İsâ’ya rağmen, Hazret-i İsâ’nın rızasına aykırı olarak ortaya çıkmıştır, çok kısa bir zamanda…
Öteki dinlerde de dejenerasyon vardır. Bizim rahmetli Hikmet Tanyu, dinler tarihi profesörü idi. Zerdüşt’ün bile aslında bir peygamber olduğunu söylerdi. Aslında bir peygamber iken, zerdüştîlik ateşperestliğe dömüştür. Hamidullah Bey, Buda’nın bir peygamber olduğunu söylerdi. Ondan sonra budizm, bir putperestliğe dönmüştür. Bizim dilimizdeki put kelimesi, Buda kelimesi ile ilgilidir. Özel isim dönmüştür, bizim dilimizde sanemin, fetişin, Allah’tan gayri tapınılan bir objenin adı haline gelmiştir.
Demek ki dinlerde dejenerasyon oluyor, bozulma oluyor.
Biliyorsunuz Kur’an-ı Kerim kıssalarından, Hazret-i Mûsâ’nın zamanında yahudiler bozulmuştur. Sağlığında kendisi Tur Dağı’nda vahiy telâkkî ederken, kavmi aşağıda zinet eşyalarını toplayıp buzağı heykeli yapmıştır. Sâmirî isimli putperest sanatkâr;
(Ve ahrace lehüm iclen ceseden lehû huvâr) ”Böğürme sesi çıkartan, altından bir buzağı heykeli yapmıştır.” O da bir sanat… Yâni öyle bir hava akımı oluyor ki içerden, bir taraftan giren hava öbür taraftan çıkarken buzağı sesini oluşturuyor. Hani dümdüz neyden biz ses çıkartamıyoruz ama, sanatkârlar neye üfürüp gayet güzel makamlarda parçaları okuyabiliyorlar.
Ama tabii sadece böğürüyor; böğürmekten ne olacak, kıpırdamıyor, hareketi yok, faydası yok, zararı yok… Ama Hazret-i Mûsâ’nın zamanında, hâl-i hayatında dejenerasyon olmuştur. Eski kültürün, Mısırlılardan bulaşmış olan hastalıkların etkisiyle…
Mısırlılar öküze taparlardı, daha bir çok şeylere taparlardı; timsah tanrıları var, köpek başı şeklinde ölüm tanrıları var… Horus isimli kartal başlı tanrıları var, şimdi Mısır Havayollarının amblemidir. O kartal başlı Horus putunu maalesef amblem olarak almışlardır.
Bu dejenerasyon İslâm’da olmamıştır. Ne sebeple olmamıştır? Şâyân-ı şükran, elhamdü lillâh, iyi ki olmamış; neden olmamıştır?.. Çünkü hadisçiler vardır, çünkü sünnet-i seniyye-i nebeviyye güzel tesbit edilmiştir.
Hadis-i Şerife Saldıranlar
Müslümanları değiştirmenin yolu, İslâm’dan uzaklaştırmanın yolu, hadisi yıkmaktan, sünnet-i seniyye ile mücadele etmekten geçer. Bunu çok iyi bildikleri için, İslâm düşmanları, misyonerler, müsteşrikler de müslümanları kandırmak için, Peygamber SAS Efendimizin hadis-i şerifine ve hadisçilerin hadis kitaplarına, rivayetlerine hücum etmiş ve onları karalamağa veya yıkmağa gayret etmişlerdir.
Ben hatırlıyorum üniversitenin ilk yıllarında, Kristometi isimli seçme parçalar ihtiva eden bir Arapça kitabı okuyorduk. Ama Avrupalılar yazmış, Arapça öğretme kitabı… Netice itibariyle Arapça metinleri ordan okuyacaksınız, Arapça bilginizi geliştireceksiniz. Bir fıkra seçmiş, tabii hepsi yalan üzerine kurulu fıkralar, hepsi insafsızca seçilmiş, kötülemeye, art niyete dayalı şeyler…
Diyor ki: “Bir hadis alimi bir gemide gidiyordu. Yanında bir nasrâni ve bir yahudi vardı. Nasrânînin şarap testisinden şarabı alıp şarap içmeye başladı.” Hadis alimi şarap içmez, ama öyle diyor. Onun üzerine yahudi demiş ki:
“–Dur, içme, ne yapıyorsun, bu şaraptır!” demiş.
Hadis alimi de demiş ki:
“–Nerden belli şarap olduğu?..”
“–E sahibi bu, şarapçı dükkânından aldı, bunun içindeki şaraptır.” demiş.
“–Hà, biz hadis alimiyiz; biz hadis ilminin alimleri, bir yahudinin bir nasrânîden yaptığı rivayete itibar etmeyiz.” demiş.
Bu tabii neyle alay ediyor? Rivayet zinciriyle alay ediyor. Yâni râvîlerin sıhhatini kontrol ilmî mekanizmasına çatıyor. Aslında onu küçük düşürmeğe çalışıyor ama, haksız bir şey yapıyor. Siz bir rivayetin doğruluğunu kritik etmezseniz, ilmi nasıl yapacaksınız?.. Bir rivayetin kritik edilmesi, en önemli hususlardan biridir.
Yâni müsteşrikler o kadar insafsız davranmışlardır ki, “Peygamber Efendimiz’in hadis-i şeriflerinin hepsi sıhhatli değildir, yanlıştır.” filân demişlerdir.
Benim yanımda fakülteden bir tarih profesörü vardı, ama dînî bilgisi zayıf… Kendisinin de annesi mi, babası mı ne alevî, aileden de görgüsü, bilgisi yok; takvâsı da yok, yaşamı da bozuk…
“–Canım işte bu kadar çok hadis yazılmış, sahih olan hadis-i şerifleri 18 tane filân diyorlar.” dedi.
Tabii kendisi hadisçi değil, hadisten anlamaz, Arapça bilmez. Kendi mesleğinde bile kusurları var, ben biliyorum, hattâ söylemişim kendisine… Onun üzerine Süleyman Hayri Bolay dedi ki:
“–İnsaf yâhu! Yâni Peygamber Efendimiz 23 sene peygamberlik yapmış, bu kadar sene içinde 18 tane mi söz söylemiş?.. Bu kadar sene içinde, 18 tane mi söz rivayet ediliyor bu kadar meşhur bir insandan?..”
Peygamberliği meşhur, zamanında şöhret kazanmış, şöhreti âfâka yayılmış. Hırkası muhafaza edilmiş, pabucu muhafaza edilmiş, kılları muhafaza edilmiş… Traş olduğu zaman kıllarını kapışırlardı sahabe-i kirâm, hatıra olarak… Böyle her şeyi yâdigâr olarak, tezkâr olarak, hatıra olarak muhafaza edilen ve hadislerine uyulması Kur’an’la emredilen, etrafında yüzbinlerce sahabesi olan bir kimsenin 18 tane mi sözü tesbit edilir?.. Büyük bir haksızlık, büyük bir insafsızlık!..
Nerden kaynaklanıyor?.. İslâm dininin en önemli kaynağı hadis olduğu için, ona hücum, müsteşriklerin, gayrimüslimlerin, İslâm düşmanlarının ana işidir. Bunu da belirtmek için bu iki fıkrayı da anlattım. Bu biraz aşı gibidir. Yâni şimdide aşı yapalım da, siz de asıl hastalığa tutulmayın diye meseleyi anlatmak bakımındandır.
Burda bir taktik vardır; İslâm ile gayrimüslimler arasındaki mücadelede en büyük hedef, işin kalb noktası olan hadis-i şerifler olduğu için, ona hücum fazla oluyor. Şöyle söyleyebilirim: İslâm düşmanlarının müslümanları kandırmak saptırmak, şaşırtmak, hattâ İslâm’dan çıkartmak için, ifsad ve idlâl etmek için yaptıkları çalışmalarda karşılarına çıkan çelik duvar sünnettir. Kıramıyorlar, yıkamıyorlar, yıkamazlar, mümkün değil; çünkü çok güzel tesbit edilmiştir, malzeme çok mükemmeldir. İşte çelik bir duvar, yıkılmaz bir duvar, ona çarparlar boyna…
Fâsık ve fâcirlerin de canlarını en çok sıkan, ellerini kollarını en çok bağlayan, onlara dînî emirleri yapmamakta hiç bir mazeret yolu, kapısı
bırakmayan da sünnettir. bununla şunu söylemek istiyorum: Bazı insanlar var, İslâm’ı yaşamıyor, yaşayanı da bırakmıyor, “Bende müslümanım!” diyor. Yâni, “Ben yaşayamıyorum, kusuruma bakmayın!” demiyor, kendisinin sapık yolunun da İslâm’a uygunluğunu isbat etmeye çalışıyor. Veyâhut, sizin gittiğiniz doğru yolun eğri olduğunu düşünüyor, kendi yolunun daha doğru olduğunu düşünüyor. Onların karşısında da en büyük engel hadis-i şeriflerdir, sünnet-i seniyyedir; onların da elini kolunu bağlıyor.
Reform yapacak dinde, “Bira câizdir, fâiz câizdir…” diyor. “Canım işte çok âşikâr, bunun ötesi berisi yok, İslâm bunları yasaklamış.” denilince, onları engellemek için hadis-i şerifi bertaraf etmek istiyor. O zaman gayet rahat yapacaklar bu işleri, onun için kuvvetli bir tarzda hadis-i şerifin karşısına dikilerler, onu yıkmağa çalışırlar. Ama kervanın yürüdüğü zaman ötekilerin yaptığı bir şey gibi bu… [İt ürür, kervan yürür.]
Bu kadar önemli, bilimsel yönden bu kadar kıymetli olan bu malzeme, bize bu asırda niçin lâzım?.. Şimdi tabii biz her şeyden önce mü’min insanlarız, müslüman insanlarız, iman etmiş insanlarız. Bizim istediğimiz, Allah’ın rızasını kazanmaktır. Allah’ın rızasını kazanmanın yolu da Peygamber Efendimiz’in sünnet-i seniyyesini bilmek, dinimizi iyi bilmek ve uygulamaktan geçiyor.
O bakımdan, Peygamber Efendimiz’in ashabı için hadis ne kadar önemli idiyse, bizim için de o kadar önemlidir. Geçtiğimiz asırlardaki mü’minler için hadis-i şerifler ne kadar önemli ise, bu asrın, bundan sonraki asırların insanı için de o kadar önemlidir.
İslâm’ı Engelleme Çalışmaları
Şimdi Yirminci Yüzyıl’ın sonuna geldik. Yirminci Yüzyıl’ın başında İslâm aleminin durumu çok fena idi. Ondan sonra esaretten ve sömürülmekten kurtulma devresi başladı. İslâm ülkeleri kendi devletlerini kurmağa başladılar. Başkalarının istilâsından kurtuldular, hürriyetlerini elde ettiler. Fakat içerden mücadele devam etti. Emperyalistlerle işbirliği yapan
yöneticiler var. Onların karşısında halk uyanmağa başladı, İslâm’ı bilen, öğrenen insanlar çoğaldı. Milletler İslâm’ı yaşamak istemeğe başladı.
İşte bu manzarada gayrimüslimler de evvelce âşikâre sürdürdükleri sömürüleri İslâm ülkeleri üzerinde yine sürdürmek istiyorlar. Çünkü İslâm alemi dünyanın ve sanayinin ihtiyacı olan en önemli malzemeleri ihtivâ ediyor. İslâm alemi ham madde kaynakları bakımından çok önemli. Gelişmiş ülkeler İslâm alemi olmadan, İslâm ülkelerinden istifade etmeden hayatlarını sürdüremezler. O bakımdan sömürülerini devam ettirmek istiyorlar.
Bazı ülkeler üzerinde de istilâ emelleri var. Bazı halkları katliam etmek istiyorlar. Meselâ Sırpların sözleri var; müslümanların Balkanlar’da hiç yeri yok, hattâ Anadolu’da yeri yok, İran’a kadar sürülmesi lâzım diye düşünüyorlar ve jenosidi, katliamı o maksatla yapıyorlar. Sulh içinde beraber yaşamak, herkesin dînî inancına saygı göstererek beraber yaşamak yok. Bunlar öldürülecek, burda müslüman kalmayacak diye düşünüyorlar ve uyguluyorlar. Bazıları da onların bu işi yapmasına her yönden destek oluyor. Bu katliamlar, istilâlar gözümüzün önünde cereyan ediyor.
Bir de müslümanların hepsini kesmeğe güçleri yetmez, çünkü birbuçuk milyar müslüman var… İşçi, köle ve hizmetçi gibi kullanmaları da arzuları arasında; çünkü bazı süflî işleri kendileri yapmak istemiyorlar. Meselâ Almanya’da, Avustralya’da zavallı kardeşimiz geçim sıkıntısıyla o ülkeye gelmiş; Almanın veya Avustralyalının tehlikesini bildiği için girmediği işlere onları alıyorlar. Meselâ kimyevî bakımdan ciğerleri sakatlayan, insanların ölümüne yol açan kısma alıyor. Veya yerin altında, şu kadar metre derinlikteki madenlerde çalıştırıyor. Alman oraya gitmiyor, ama bizimkiler gariban, parası yok, işte orda para kazanacak da memleketine, çoluk çocuğuna götürecek, kaç kişiye bakacak.
Böyle maden işçisi lâzım, birtakım zor işlerin yapılması için bazı güçlü kuvvetli insanlara ihtiyaç var, onları o seviyede tutmak istiyorlar. Bir sömürge eğitimi felsefeleri var. Sömürdükleri ülkelerde, o insanlar belli seviyelerde kalsın istiyorlar. Hattâ Avrupa’da çifte eğitim standardı var, Fransa’da kullanılan Fransızca bir söz söylemişlerdi, “Ortadoğu için kâfidir.” mânâsına gelen bir söz. Yâni, “Eğer doktora yapan kişi Ortadoğu’lu isi, tamam bu kadar doktora yaptıralım, çok iyi yetişmeden doktor olsun gitsin!” diyorlar. Ama bir Fransıza o kadar az bilgi ile, az başarı ile o ünvanı vermezler. Çünkü kendi elemanlarının iyi yetişmesini isterler. Atasözü olmuş onlar için: “Ortaşark için yeterli…”
Müslümanların dinlerinden çıkmasını isteyen ve onların kendi dinlerini kabul etmesini isteyen organizasyonlar da var. Bunun için çalışmalar yapılıyor. Biliyorsunuz Filipinler’de, Endonezya’da, Arnavutluk’ta misyonerlik çalışmaları var… Arnavutluğun eskiden yüzde doksandokuzu müslümandı, şimdi yüzde yetmişbeşe inmiş müslüman sayısı… Gittikçe de azalıyor. Çünkü adamlar aç… “Ben sana maaş vereceğim ama, boynuna haç tak, kiliseye kaydol, öyle veririm.” diyerek, bu yollarla hristiyanlaştırma çalışması var. Müslümanlarla uğraşan ve uğraştığını da resmî, gözle görülür olaylarla tesbit ettiğimiz merkezler var, teşkilatlar var…
Doğu-Batı bloku yerine şimdi, İslâm ülkelerinin üstünden, doğudan batıya şöyle bir çizgi çekilirse, yukarıda Rusya var, Avrupa var, Amerika var, müslüman olmayan ülkeler var. Onun altında Fas’tan Endonezya’ya kadar İslâm ülkeleri sıralanıyor. Onun için batılı devlet adamları, başbakanlar, bakanlar, yöneticiler, “Şimdiki mücadele ekseni kuzeyle güney arasındadır. Karşımızda müslümanlar vardır.” diyorlar.
Ortadoğu’da petrolleri elde etmek için yapılan çalışmalar var. Zâten İsrâil’i yerleştirdiler ve onun alanını genişletme çalışmaları var. Müstakbel hudutlarının içine bizim topraklarımız da giriyor. GAP arazisi, Adana vs. yerler giriyor.
İşte bütün bunların karşısında müslümanların bu oyunları anlayan insanlar, kaliteli insanlar olması lâzım! Kuvvetli bir imana sahip olmaları lâzım, dinlerine sahib çıkmaları lâzım!.. Yâni bugün, “İslâm dinine hizmet ediyorum, İslâm dininin sahibiyim, dünyanın neresinde olursa olsun onu koruyacağım!” diyen bir devlet yok. Doğrudan doğruya Osmanlı gibi
İslâm’ı korumayı kendisine amaç edinmiş ve bunu ilân eden bir devlet mevcut değil… Osmanlıyı yıktılar, yerine bir şey ikàme olmadı.
Müslüman ülkeler var, müslüman ülkelerin İslâm’a yüzde nisbeti elli, altmış, kırk, otuz faydalı olan idarecileri var. Ama hiç birisi de doğrudan doğruya İslâm’a yüzde yüz hizmetçi olamıyorlar.
Başka devletlerin birbirleriyle birlikler kurmaları gibi, müslümanların da Avrupa Topluluğu, Kuzey Amerika Ekonomik topluluğu, Pasifik Topluluğu gibi bir takım topluluklar kurmaları lâzım, kardeş olmaları lâzım! Birbirleri ile kenetlenmeleri lâzım! Çünkü, sırf dinlerinden, imanlarından ve tarihlerinden dolayı, hiç işlemedikleri bir takım şeylerden dolayı suçlanıp cezalandırılmak isteniyorlar. O halde birbik ve beraberlik içinde olmaları lâzım! Kenetlenmeleri, birbirlerine yanrdım etmeleri lâzım!..
Kendi içlerine sokulan fitne ve fesatlar var, ihtilâller var, karışıklıklar var… Bugün İslâm ülkelerinin hemen hepsinde buna benzer oyunlar cereyan ediyor. Ayrıca asırların geçmesiyle İslâmî eğitimin zayıflamasıyla ve yine birtakım entrikalarla müslümanlar dinlerinden uzaklaşmış, hurafeler, bid’atlar yayılmış. İslâm ülkelerindeki sapık fırkalar, emperyalistler tarafından desteklenmiş ve güçlendirilmiştir. Emperyalist, bir İslâm ülkesine geldiği zaman, orayı sosyolojik bakımdan tahlil eder, kendisinin fikrine en yatkın olan, kafa yapısı itibariyle kendisine en yakın olan, İslâm’ın kesin olarak karşısında olan sapık fırkaları destekler.
Dünyanın her yerinde bu böyledir. Meselâ İran’a gittiği zaman, oranın ateşperestlerini, mecûsîlerini desteklemiştir, onları güçlendirmeye çalışmıştır. İranlılara, “Sizin tarihiniz çok eskidir, sizin asıl kökeniniz Sasânîlerdir.” filân diyerek, tarihlerini İslâm’dan önceye kaydırmıştır. Hattâ Şah, “Ben ikibininci yılımı kutluyorum.” diye büyük törenler yapmıştır devrilmeden önce…
Bizim Türkiye’de tabii, “Sizin de kökeniniz eskidir, Hititlilerdir, Etililerdir.” diye İslâm’dan önceki devrelere akıllar kaydırılmıştır. Urartular öne çıkartılmıştır. Süryânîler, Yezîdîler vs. üzerinde doktora tezleri hazırlatılıp onlar kuvvetlendirilmiştir, öne geçirilmiştir. Azınlık olan Ermeniler, Rumlar, Yahudiler desteklenmiş, ekonomik yönden güçlendirilmiş, kritik noktalara getirilmiştir.
Mısır da öyledir, Kıptîler desteklenmiştir. Mısır bir İslâm devleti gibi görülür. Fakat işte Butros Galli’nin zihin yapısını görüyorsunuz. Mısırlı bir devlet adamı olarak Birleşmiş Milletlerin Başına gönderilmiş olan bir şahıs… Irak’ta da, Suriye’de de buna benzer bir durum vardır. Suriye’ye bir İslâm ülkesi demek çok zordur. Büyük ölçüde Süryânîler ve Ermeniler hakimdir.
Peygamber Efendimiz’in Misyonu
Bütün İslâm ülkelerinde buna benzer meseleler olduğu için, Allah’ın mü’min kulları olarak bizim de bunların karşısında aklımıza başımıza toplamamız gerekiyor. Ayrıca bütün dünya Peygamber SAS Efendimiz’in misyonunu götürmemiz gerekiyor. Aşk ile, şevk ile, sabır ve sevgi yoluyla İslâm’ı tebliğ etmemiz lâzım!.. Çünkü, İslâm tebliğ edildiği zaman kazanılacak insanlar var. Bir milleti toptan bir kalemde karalayıp atmak doğru değil. Meselâ:
–Amerikalılar İslâm düşmanı…
Hayır, öyle bir şey yok! Amerika’nın içine gireceksin, çalışacaksın, belki pek çok kimse müslüman olacak. Ve oluyor. Şu anda Amerika’da sanıyorum yedi milyon kadar olmuş müslüman sayısı. Bunların hepsi zenci değil, Amerikalılardan da müslüman olan var…
Fransa’da dört milyon kadar müslüman var. Bir kısmı Kuzey Afrika’dan gelmiş, ama Fransızlardan da müslüman olan var… Ben Strazburg’a gittiğim zaman dediler ki:
“–Burada müslüman bir karı koca doktor var, kendileri Fransız kökenli; sizinle tanıştırmayı isterdik.”
“–Niye tanıştırmıyorsunuz?” dedim.
“–Şu anda Afganistan’da cihad ediyorlar.” dediler.
Doktorlar yıllık izinlerini alır almaz karı koca Strazburg’dan Afganistan’a gidiyorlarmış. Bilmiyorum bizim doktor kardeşlerimizden böyle yapan kaç kişi vardır Türkiye’de?.. Bunlar öyle yapıyorlarmış ve ilaç dağıtan hayır müesseselerine gidip ilaç istiyorlarmış:
“–Sizin yönetmenliğinizde böyle mazlum insanlara bedava ilaç yardımı kaydı var. Biz Afganistan’a gidiyoruz, verin bakalım ilaçları!” diyorlarmış.
İlaçları toplayıp, yüklenip Afganistan’a götürüp, orda hastanelerde çalışıp, yaralılara, hastalara bakıp geliyorlarmış. Kökeni, aslı, nesli yüzde yüz Fransız…
Ben hatırlıyorum, Ankara’da bizim ev sohbetimizde, ihvânımızla yaptığımız bir sohbette böyle boylu poslu, üniformalı bir Amerikan askeri geldi. Rütbesini bilemiyorum ama, Amerikan askeri…
“Selâmün aleyküm!” dedi, “Ve aleyküm selâm.” dedik. “How are you? Well came!” dedik. Sorduk, müslüman…
“–Anan müslüman mı, baban müslüman mı, deden müslüman mı?..” diye sorguyu genişletince dedi ki:
“–Benim soyumdan, benim müslüman olmama yol açacak bir bağlantı yok! Kökenim hep hristiyan…” dedi. “–Peki nasıl müslüman oldun?”
“–Kur’an-ı Kerim’i okudum, Kur’an-ı Kerim’in Allah kelâmı olduğuna kànî oldum, müslüman oldum.” dedi.
Yâni bizim, Rasûlüllah Efendimiz’in tebliğ metodunu devam ettirmemiz lâzım!.. Nasıl Rasûlüllah SAS hâl-i hayatında Bizans imparatoru Herakliyus’a mektup ve elçi göndermişse, Sâsânî imparatoruna elçi göndermişse, Mısır hükümdarı Mukavkis’e nâme yazmışsa, Bahreyn emirine mektup göndermişse; Habeş imparatoru Necâşi müslüman olmuşsa ve vefat ettiği zaman Efendimiz gıyabında cenaze namazı kılmışsa; yâni Rasûlüllah Efendimiz hâl-i hayatındaki bütün dünyaya, elinin eriştiği her yere elçi gönderip, mektup gönderip onları İslâm’a davet
etmişse, biz de dünyanın her yerini İslâm’la tanıştırmak zorundayız. İslâm için hizmet etmek zorundayız. Bu bizim vazifemiz. Bunu sabır ve sevgi ile, aşk ve şevkle yapmamız lâzım!
Kur’an-ı Kerim’de:
(Üd’u ilâ rabbike bil-hikmeti vel-mev’izatil-haseneh) denilir.
Yâni hàkîmâne bir üslubla, hikmetle, akıllı, mantıklı, doğru sözler söyleyerek, yerli yerinde konuşarak, güzel güzel öğütler vererek İslâm’ı tanıtma vazifesi vardır; bunu yapmamız lâzım!..
Müslümanların, ümmet-i Muhammed’in genel saadet ve selâmeti için, salâh ve felâhı için her birinin üzerine düşen görevi yapması, canla başla çalışması lâzımdır. Bütün bunlar da ancak sünnet-i seniyye-i nebeviyyeye sımsıkı sarılmakla olacak şeylerdir. Sünnet-i seniyyeye sarılmayan bir insanın İslâm’a faydalı olması mümkün değildir. Burası işte Mevdûdî merhumun cemaatinin bir yeridir, o da öyle söylüyor:
“–Müslümanlar, iyi yetişmemiş müslümanlardan kâfirlerden gördüğü zarar kadar, belki daha fazla zarar görmüştür.” diyor.
İyi yetişmemiş müslüman çok zararlı oluyor, yarım doktor candan eder dedikleri gibi. Onun için müslümanların İslâm’ı sünnet-i seniyye kaynağından, ana kaynağından öğrenerek İslâm için çalışmaları lâzımdır.
Son bir misâlle kapatmak istiyorum konuşmamı: İstanbul’da bir Barsam usta vardı, Ermeni kökenli… Ama müslüman olmuştu, Zâhid ismini almıştı. Ona her gün papaz gelirmiş, kendisi söylemişti:
“–Bana her gün geliyorlar, ‘Ne diye değiştirdin dinini? Gel bizim eski dinimize!’ diye bana nasihat ediyorlar ve bana, ‘Bak filânca hacı böyle yaptı, filânca müslüman tüccar şöyle yaptı…’ diye kötü misâller veriyorlar. Ben onlara diyorum ki: ‘Siz şehrin içindeki kanallardaki suları gösterip, bu sular pis diyorsunuz. O suların çıktığı dağdaki asıl menbaına gelirseniz, o suyun ne kadar temiz olduğunu göreceksiniz.’ diyorum.” demişti.
İşte o asıl menba’ hadis-i şeriftir.
Sünnet Tarihsel mi?
Soru: –Batı müsteşrikleri tarafından ortaya atılan ve Ankara İlâhiyat Fakültesi hocalarından bazılarınca da savunulan sünnetin tarihselliği, dolayısıyla günümüz için delil olamayacağı gibi görüşlere ne dersiniz?
Batılılar ilim alanında bile, her zaman bilimsel değillerdir. Ben bir üniversite hocası olarak misâller de vererek bunu size söyleyebilirim. Batılılar ilmi dahi bir amaç için kullanırlar.
Onların bu rivayetleri niçin uydurduklarını söyledim. Sünnet-i seniyyenin bir çelik duvar olması dolayısıyla, ümmet-i Muhammed’i kıpırdatamadıkları için, yıkamadıkları için böyle çalışma yapıyorlar.
Bazı fakültelerde bazı hocaların da onların fikirlerine katılması; bu da çok görülen bir şeydir. Çünkü, İslâm ülkelerinde batılıların sözcülüğünü bilerek veya bilmeyerek, maaşlı veya maaşsız, gizli veya aşikar sürdüren insanlar vardır, kadrolu insanlar vardır.
Mısır’da çıkmış bir şahıs, olmadık sözler söylemiştir. Kökenini incelerseniz, filânca gizli cemiyettendir, falanca yere mensubdur ve art niyeti vardır.
Meselâ, Leone Kaetani’nin İslâm Tarihi isimli eseri var. Asım Köksal uzun boylu emek sarfetti, ömrünü sarfetti, onun yanlışlarını tashih etmek için…
İgnosd Goldzier‘in Muhammedâniyan Ştudyan isimli eserinde, arkadaşlar tercüme ediyorlardı, şöyle birkaç sayfasına baktım; Arapçadan yaptığı tercümelerde o kadar çok yanlışlar var ki… Adam yahudi, İslâm’ı incelemesi bir maksada dayanıyor.
Münih’li bir Türkolog vardı. Meselâ ben Türkolojide doktora tezi aldığım zaman ne yaptım?.. Onbeşinci Yüzyıl’da hadis kitabı yazmış olan, İznik Medresesi’nde müderrislik yapmış olan bir alimi inceledim. Ama o Münihteki profesör Hans Yuhan Kisig, “Onaltıncı Yüzyıl’da Osmanlılarda afyon ibtilâsı” diye bir konu almış. Yâni herkes kendisine uygun bir konu alıyor.
Bizim Rahmetli Mehmet Çavuşoğlu vardı, profesör, Allah rahmet eylesin… O da “Zâtî’nin Küfürleri” üzerine bir çalışma yapmıştı. Herkes kendi üslûbuna göre bir şey seçiyor, bir tarafı tutuyor. Ama şunu net olarak söyleyebilirim, hattâ isbat edebilim, görevli insanlar vardır. İslâm ülkelerinin üniversitelerinde görevli insanlar vardır, kadrolu insanlar vardır. Bir yerlerden emir alan, maaş alan ve amacı sünneti yıpratmak olan, tasavvufu kötülemek olan ve elbirliği ile, organizasyon olarak çalışan; görevi İmâm-ı A’zam’a hücum etmek olan, bir sâfî müslümanın sevdiği, bağlandığı ne varsa hepsine var gücüyle hücum eden görevli insanlar vardır.
Yâni her ünvanlı kişi o mesleğin erbabı olmuyor, Türkiye’de ve batıda her zaman gerçeği söylemiyor. O bakımdan müteyakkız olunuz. Bir insanın söylediği sözleri dikkatle süzgeçten geçirin, delil arayın!..
Ben şimdi meselâ sizinle konuşurken, ayetlerden hadis-i şeriflerden misaller vererek anlattım. O kanaatte olan insanlar bu ayetleri nasıl yalayıp yutacaklar, nasıl hiçe sayacaklar, nasıl yürürlükten kaldıracaklar?.. Sünnet tarihselmiş, günümüz için delil olamazmış… Peki İslâm’ın delili ne kalıyor o zaman?..
Allah-u Teàlâ Hazretleri;
(İnned-dîne indallàhil-islâm)
“Allah indinde geçerli olan yegâne din İslâm’dır.” diyor.
(Vemen yebtaği gayrel-islâme dînen felen yukbelü minhü)
“İslâm’dan gayri din edineni Allah kabul etmeyecek.” diyor.
Peki ben Allah’ın dini olan, Allah indinde geçerli din olan İslâm’ı nerden öğreneceğim, söyler mi bu beyler?..
İslâm’ı öğrenmek istiyorum, ilim adamıyım. Çantamda merceğim var, cetvelim var, ölçmek biçmek için, incelemek her türlü malzemem var. Yâni polis hafiyesi gibi çalışmağa hazırım, bütün izleri incelemeye hazırım. İslâm’ı öğrenmek istiyorum. Söyler misiniz bana İslâm’ı öğrenmek için ben ne yapacayım, nerden başlayayım?..
Elimde ilkönce Kur’an-ı Kerim var, Allah’ın kelâmı, hiç bir şeyi değişmemiş. Tâ Hazret-i Ali zamanında yazılmış imzâlı Kur’an-ı Kerim elimde mevcut… Binaen aleyh Kur’an-ı Kerim elimde bir delil…
Ondan sonra Peygamber SAS Efendimiz zamanında tesbit edilmiş Efendimiz’in sözleri, hareketleri var… Ben bunları delil olarak almaz olur muyum?..
Polis hafiyesi bir saç kılını delil olarak alıyor, değerlendiriyor; “Bu sarışın saç falancanın saçı…” diyor. Kanın tahlilini yapıyor, “A grubu Rh pozitif kan, işte bu da ondandır.” diyor, böyle sonuç çıkartıyor da, ben Peygamber Efendimiz’den sahih râvîlerle rivayet edilmiş olan bir vesikayı dinimin delili olarak almayacağım?.. İlmî düşünen bir insanın, bu sözü söylemesi mümkün değildir muhterem kardeşlerim! İnsanın eğri de otursa, biraz doğru konuşması lâzım!..
Dinimizi nerden öğreneceğiz?.. 1400 yıl önce İslâm gelmiş, Peygamber Efendimiz yaşamış. Peygamber Efendimiz hakkındaki rivayetleri nazar-ı dikkate almazsak, Peygamber Efendimiz’i nerden tanıyacağız?..
Sonra ne hakla nazar-ı dikkate almıyoruz?.. Yunanlının Aristo’su hakkında ne malzeme vardır elimizde?.. Stago’nun eserinin sıhhatli olduğunu kim söyleyebilir?.. Yunanlı herhangi bir yazarı alın, Latin yazarlarından falancayı alın, Fransızların herhangi bir şahsını alın; onun eserinin doğruluğunu bize ne isbat eder?..
Ama hadis-i şerifler onların hepsinden çok daha kuvvetli bir şekilde tesbit edilmiştir. Onu ancak inatçı bir insan, böyle ayağını yere vurup vurup da, ille kabul etmek istemiyorum diyen bir insan reddedebilir. Yoksa elimizde son derece bol malzeme var, çok geniş malzeme var.
Bir İslâm tarihçisini düşünün, İslâm tarihini yazacaksınız, Arabistan’ın tarihini yazacaksınız; ne yapıyorsunuz?.. Kitâbeleri okumağa çalışıyorsunuz, kalıntıları geziyorsunuz, fotoğraf çekiyorsunuz, arkeolojik kazı yapıyorsunuz. Arkeoloji ilmi bizim bu hadis-i şerifin yanında solda sıfır kalır. Arkeoloji ilminin bulguları ne kadardır yâni, nedir?.. Devirleri yazıyorlar, Urartu devri diyorlar, bilmem Asurlular, Sümerler, şunlar bunlar diyorlar.
Malzeme ne kadar çıktı?.. Biz onlara inanıyoruz da Asur devleti diyoruz, Mısırlıların Firavunları diyoruz, 22. Sülâle diyoruz, bilmem ne diyoruz. Yâni dünya tarihini mukayeseli olarak incelerseniz, bu kadar kuvvetli deliller hiç bir kültürde mevcut değildir muhterem kardeşlerim! Yâni bu adamlar doğru söylemiyorlar. Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi, sünnet-i seniyyeye âşinâ eylesin… Peygamber Efendimiz’in yolundan ayırmasın… Allah hepinizden razı olsun… Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

1) Bu yazı Prof. Dr. M. Es’ad Coşan (Rh.a.)’ın Temmuz 1995 de İngiltere’de yaptığı konuşmadan alınmıştır. http://www.iskenderpasa.com/F39B6254-1CC3-4CBD-9EDD-F25C6D4D148A.aspx

                                                                 alt

 

                                         alt

 

                                                                                         alt

    

                     EY İMAN EDENLER!

                                              Allah’a ve Resûlü’ne uyun.


Ey iman edenler! (Peygamber,) sizi hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah’a ve Resûlü’ne uyun. Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer (sözünüzle niyetinizin aynı olup olmadığını bilir) ve siz, elbette yalnız O’nun huzurunda toplanacaksınız.(Enfal Suresi:24)

  

                                          KUR'AN'IN ANLAMIYLA BULUŞUYORUZ

  

                                                   “ALLAH’A VE PEYGAMBER’E İTAAT EDİN.”

 

                                                                                Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla

(Ey Resûlüm!) De ki: “Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir. (Yine) de ki: “Allah’a ve Peygamber’e itaat edin.” Eğer yüz çevirirlerse (kâfir olurlar), şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez. (Al-i İmran: 31-32)

 

Bunlar, Allah’ın sınırları (kanunları)dır. Kim Allah’a ve Peygamberi’ne itaat ederse, O’da onu alt tarafından ırmaklar akan cennetlere koyar ki; orada ebedî olarak kalacaklardır. (İşte) bu en büyük kurtuluş (ve saadet)tir. Kim de Allah’a ve Peygamberi’ne isyan eder ve O’nun (hükümlerine karşı) sınırlarını aşarsa (Allah), onu ebedî kalacağı ateşe koyar. Onun için alçaltıcı bir azap vardır. (Nisa:13, 14)

 

Allah ve Resûlü bir meselede hüküm verdiği zaman, inanan bir erkek ve kadına, artık o işte, kendi (arzu ve heves)lerine göre (başka) tercih hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne karşı gelir (onlar tarafından verilmiş hükümleri beğenmez, kendi tercihlerine önem verir)se, kesinlikle o, apaçık bir sapıklıkla sapmış olur. (Ahzab:36)

 

                    alt                                      alt

 

 

                                             alt

 

                                               alt

 

                                     O’NUN (sav) AHLAKI KUR’AN’DI

 

   “Yalnız Kur’andaki helal ve haramı kabul edin diyenler çıkar. İyi bilin, Peygamberin haram kılması, Allah’ın haram kılması gibidir.” (Tirmizi, Darimi)

 

   Peygamberimiz Muaz İbn Cebel (ra) i Yemen’e gönderirken kendisine sordu:

 

- Sana bir konu geldiğinde nasıl hükmedersin? Muaz:

- Allah’ın kitabı Kur’an ile hükmederim, dedi. Peygamberimiz:

- Allah’ın Kitabında bulamazsan ne yaparsın? Buyurdu. Muaz:

- Allah’ın Peygamberinin sünneti ile hükmederim, dedi. Peygamberimiz:

- Allah’ın Peygamberinin sünnetinde bulamazsan ne yaparsın? buyurdu. Muaz:

- O zaman ictihad eder, kusur etmemeye çalışırım, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz:

- Allah’a hamdolsun ki, Allah’ın Rasulünün elçisini Peygamberinin razı olacağı şeye muvaffak kıldı, buyurdu ve   Muaz’ın görüşünü tasvip etti. (İbn Mace)

 

   “Size iki şey bırakıyorum. (Bunlara tutunursanız) asla delalete düşmezsiniz: Allah’ın kitabı ve sünnetim. Bu ikisi (kıyamette) havza kadar ayrılmadan beraberce geleceklerdir.” (Hâkim)

    

                     alt

 

                                              alt

 

                                                 alt

 

                   alt

                             alt

 

KUR’AN’DAN SEKİZ ŞEY ÖĞRENDİM

Kur’an, kendi ifadesiyle insanları irşad ve doğru yolu göstermek için inmiştir. Bu yönüyle müslümanlar Kur’an-ı Kerim’i hem ibadet, hem de hayat rehberi olarak kabul etmişlerdir.

Kur’an’ın gerçek mesajını en iyi kavrayan simalardan biri de meşhur sufi Hatim el-Esam’dır. Hicri 3. asırda yaşayan bu gönül sultanı, Şakik el-Belhi’nin talebesidir. Hatim el-Esam ile hocası Şakik el Belhi aralarında şöyle bir konuşma geçer:

Şakik: Kaç yıldır benden ders alıyorsun?

Hatim: 33 yıldan bu yana

Şakik: 33 yılda ne öğrendin?

Hatim : “Ancak sekiz mesele öğrenebildim”

Şakik :“Fe Subhanallah! Seninle 33 yıl beraber olduk, demek ki ancak sekiz mesele öğretebildim! Yazık bana. Fazla faydalı olamamışım! O halde öğrendiğin sekiz mesele nedir?” Bunun üzerine Hatim el-Esam hocasına şunları sayar.

BİRİNCİSİ: İnsanlara baktım ki, her birisinin bir sevdiği var. O sevdiği ile hayatını sürdürüp gidiyor. Ölümü hiç aklına getirmiyor. Fakat kabre varınca sevdiğinden ayrılıyor. Bu hali görünce Kur’an’ı Kerim’deki “Sizin kendinizden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra da görüleni ve görülmeyeni bilen Allah’a döndürüleceksiniz” (Cuma, 62/8) ayeti ile Hz Peygamber’in şu hadisini hatırladım “Ölüyü kabre kadar üç şey takip eder; ikisi döner biri kalır. Yakınları ve malı döner, ameli ile baş başa kalır.” (Buhari, Rikak, 42) Bunun üzerine ben de salih amelimi kendime sevgili yaptım ki kabre girdiğimde benden ayrılmasın!

İKİNCİSİ: Naziat suresinin 39 ve 40. ayetlerini düşündüm. Burada Allah Teala: “Her kim Rabbinin makamından korkup nefsini heva ve şehavattan alıkoymuşsa işte cennet onun varacağı yerdir.” buyuruyor. Bu ayeti öğrenince nefsimle mücadele edip onun dizginlerini elime aldım, nefsimi itaatte daim eyledim.

ÜÇÜNCÜSÜ: İnsanlara baktım. Gördüm ki devamlı dünya için çalışıp çırpınıyorlar. Ne kazanırlarsa onu biriktiriyorlar. Oysaki Cenab-ı Hak: “Sizin yanınızdaki dünya nimetleri tükenir, Allah katındaki rahmet hazinesi ise bakidir” (Nahl,16/96) buyurmaktadır. Bu ayeti hatırladım ve senelerdir kazanıp, biriktirmiş olduğum şeyleri Allah rızası için tasadduk ettim ve ahiret azığı olsun diye Allah’a emanet eyledim.

DÖRDÜNCÜSÜ: İnsanlara baktım, üstünlüğü soyda, sopta, zenginlikte, makam ve mevkide zannediyorlar. Ben ise Allah’ın: “Biliniz ki, Allah katında en iyiniz, takvası en ziyade olanınızdır” (Hucurat, 49/13) Kavli kerimine baktım ve takvaya sarıldım. Ta ki Allah yanında mükerrem olayım.

BEŞİNCİSİ: Şu insanlara baktım, mal ve şöhret sebebiyle birbirlerine haset ve buğz ediyorlar. O zaman yine Allah’ın kelamına müracaat ettim; “Dünya hayatında onların maişetlerini aralarında biz taksim ettik” (Zuhruf, 43/32 ) ayetini düşündüm, benim hakkımda irade buyurmuş olduğu taksimata razı oldum. Herkesle iyi geçindim. Hiç kimseye hased ve düşmanlık etmedim.

ALTINCISI: İnsanlara baktım birbirlerine düşmanlık ve kötülük etmekte sanki yarışıyorlar. Hakikatte düşmanıma baktığımda onun da şeytan olduğunu düşündüm. Cenab-ı Hakkın “şeytan sizin (ezeli) bir düşmanınızdır. Onun için siz de kendisini bir düşman kabul ediniz” (Fatır, 35/6) fermanına baktım, ona düşman oldum ve insanların hepsini Allah için sevmeye başladım.

YEDİNCİSİ: Baktım ki bütün insanlar dünyevi ihtiyaçları için çalışıyorlar. Bunun için nefislerini dahi zillete düşürüyorlar, hatta haram ve şüpheli şeylere bile giriyorlar. Bunun üzerine şu ayete baktım: “Yeryüzünde ne kadar yürüyen canlı varsa hepsinin rızkı ancak Allah’a aittir.” (Hud, 11/6) Böylece kendimi de o canlılar arasında bir canlı olarak hesap ettim ve ömrümü Rabbimin taatında geçirmeye koyuldum.

SEKİZİNCİSİ: Gördüm ki insanların kimi malına, kimi mülküne, kimi sanatına, kimi gençliğine... güvenip dayanıyor. Böylece bütün insanlar mahlukata güvenmiş oluyorlar. Oysa Cenab-ı Hakkın: “Kim Allah’a güvenip dayanırsa Allah ona kafidir” (Talak, 65/3) ayetini hatırladım ve yalnız Allah’a güvenip O’na dayandım.

Bütün bunları can kulağıyla dinleyen hocası Şakik el-Belhi:

- “Ey Hatim! Gönlümü hoş ettin. Kur’an’dan pek güzel istifade etmişsin. Bu saydığın şeyler üzere amel edersen iki cihanda mutluluk senindir. Ben dahi bunlara amel edersem ancak kurtulabilirim. Seni tebrik ederim beni de irşad ettin. Rabbimden tüm talebelerimin böyle yetişmesini niyaz ederim. Allah sana hayırlı ve uzun ömür versin, gönlün muhabbet ve sürurla dolsun.

Dr. M. Selim Arık (Bursa Merkez Vaizi)



                                                         alt

 

                                                             alt

 

                                                                            alt

 

                                                                  alt

 

                            alt

 

Bu köşenin içeriği KUR’AN’IN ANLAMIYLA BULUŞMAK PLATFORMU tarafından hazırlanmıştır. Ayet mealleri Hasan Tahsin Feyizli'nin Hazırladığı Feyzü'l Furkan Açıklamalı Kur'an-ı Kerim Meali’nden alınmıştır.   Ayet meallerinin tamamına www.kuranimiz.net, ses dosyalarına www.akradyo.net adreslerinden ulaşabilirsiniz. Görüş ve önerileriniz için: Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız

                                                                                                           alt  

           

                  alt

 

        

                                                                                   alt

 

 

                    EY İMAN EDENLER!

 

                                           Adalet Timsâli Şâhitler Olun.

 

Ey iman edenler! Allah için adaleti (hakkı) ayakta tutan (hâkimler), adalet timsâli şâhitler olun. Bir kavme duyduğunuz kin sizi adaletten sapmaya sevketmesin. Âdil davranın, takvâya daha yakın olan da budur. Allah’a karşı takvâlı olun (emirlerine uygun yaşayın). Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır. (Maide Suresi / 8)


                              

                                         KUR'AN'IN ANLAMIYLA BULUŞUYORUZ

 

           ALLAH (CC) ADALETİ EMREDER

 

     Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla

  • Şu bir gerçek ki Allah, size emanet (ve iş)leri mutlaka ehline (İslâm’a göre ahlâkı sağlam, yeteneklilere) vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Gerçekten Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz Allah, (her şeyi) işiten ve görendir. (Nisa Suresi: 58)
  • (Ey müslümanlar!) Böylece sizi dengeli (seçkin ve adaletli) bir ümmet kıldık ki, insanlara karşı (adaletin örneği ve hakikatin) şâhitler(i) olasınız ve Peygamber de sizin lehinizde şâhit olsun. (Resûlüm! Biz vaktiyle arzulayıp da şu anda) yöneldiğin kıble (olan Kâbe’)yi ancak (sen) Peygamber(im’)e uyanları, topukları üzerinde geri dönen (münâfık ve mürted)lerden ayıralım (da onlar bilsinler) diye kıble yaptık. Gerçi bu (çevrilme) elbette Allah’ın doğru yola ilettiği kimselerden başkasına ağır gelmektedir. Allah sizin imanınızı (Mescid-i Aksâ’ya yönelerek kıldığınız namazlarınızı) asla zâyi edecek değildir. Şüphesiz Allah, insanlara karşı çok şefkatlidir, çok merhametlidir. (Bakara Suresi: 143)
  • “Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı tam olarak, adaletle yerine getirin, insanlara eşyalarını (haklarını) eksik vermeyin ve yeryüzünde (Allah’ın koyduğu sosyal ilkeleri değiştirerek) bozgunculuk yapmayın, kargaşa çıkarmayın (ve fenalık yapmayın)!”(Hud Suresi 85)

 

 

                     alt                                        alt

 

 

 

                                           alt

                                           alt

 

                               O’NUN (sav) AHLAKI KUR’AN’DI

 

  •  Abdullah İbni Amr İbni’l-Âs (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

       “Şüphesiz ki, adâletle iş gören ve hükmedenler, Allah katında nurdan minberler üzerinde Rahmân’ın sağ elinin yanında olacaklardır. O’nun her iki eli de sağdır. Bunlar, hükümlerinde ve aileleri ile sorumlu bulundukları hakkında adâleti gözeten kimselerdir”. Müslim, İmâre 18; Nesâî, Âdâbü’l-Kudât  1﴿

  •    Enes b. Mâlik (r.a.)’in rivâyet ettiğine göre Rasûlullâh (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

     “Hükmettiğiniz zaman adâletle hükmedin. Öldürdüğünüzde de güzel bir yolla (eziyet etmeden) öldürün. Şüphesiz ki, Allah güzeldir, iyi ve güzel muameleden hoşlanır”.Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, 6/40; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 5/197.﴿

  •    Ubâde b. Sâmit (r.a.)’den rivâyete göre, o şöyle demiştir:

“Rasûlullah (s.a.v)’e zor ve kolay hallerimizde, sevinçli ve kederli günlerimizde dinleyip itaat etmek, işinin ehli yöneticiyle emirlik konusunda tartışmamak, nerede olursak olalım hak ve adâleti söyleyip Allah uğrunda hiçbir kınayanın kınamasından korkmayıp bu korkuyla hakkı bırakma­mak üzere biat etmiştik”.   Nesâî, Bey’at 4; Tirmizî, Siyer 34; İbn Mâce, Cihad 41.

 

 

                   alt

 

 

                                                     

                                                        alt

 

 

 

                                                 alt

 

 

             alt

 

 

                alt

 

 

 

 

 

ADALET, AH­LÂKÎ ERDEMDİR.

 

 

Kur’ân-ı Kerîm’de hak ve adaletin mutlaklığı öylesine vurgulan­mıştır ki bizzat Allah’ın âhirette hiçbir haksızlığa mahal verilmeyecek şekilde adaletle hükmedeceği ve onun bu vaa­dinin kesin (hak) olduğu belirtilmiştir.(10/Yûnus, 54-55; 21/Enbiyâ, 47; 39/Zümer, 69.) Hükümde, idarede ve beşerî münase­betlerde adalet insanlığın ve İslâm’ın hedefi olmakla beraber, belli bir uygulama ve davranışın her zaman ve her yerde adaleti temin edip etmediği hu­susu önemli bir problem teşkil etmek­tedir. İslâm düşünürlerine göre bura­da iki kategori vardır. Birincisi akla dayanır ve devamlıdır; bu kategoriye gi­ren davranışlar daima âdil ve güzeldir. Söz gelişi iyiliğe iyilikle karşılık vermek, zarar vermeyene zarar vermemek gi­bi. İkincisi kanun ve kaideye dayanır, dolayısıyla izafîdir ve zaman içinde de­ğişebilir. Bu tür adalet, bazan muka­bele yoluyla ve mecazen “Kötülük, tecavüz” gibi kelimelerle de ifade edi­lir. Meselâ kötülüğe kötülükle muka­bele etmek, tecavüzü aynı ölçüde tecavüz ile karşılamak gibi. Ayrıca kısas, diyet, tazminat, misilleme de bu kategoriye giren örneklerdir. (el-Müfredât, ‘adl, md. )

Allah’ın adaleti, var olan her şeye varlık hiyerarşisi içindeki durumuna göre tamlık ve mükemmel­lik kazandırmasıdır. İlâhî adale­t, varlık sahnesinde yer alan her varlı­ğın bütün gelişim safhalarında ve hatta her cüzünde tecellî etmiştir.

Hz. Peygamberin adalet sıfatını kaza­nabilmesi, daveti yani risâlet görevini yerine getirmesi, bu konuda insanların keyfî istek ve arzularını hesaba kat­maksızın ilâhî emirlerin gösterdiği şe­kilde doğru olması ve Allah’ın daha önceki kitaplarda bildirdiği ebedî ger­çeklere inanması şartına bağlanmış­tır. (42/Şûrâ, 15.)

İnsanın Allah nezdinde en üstün değer ölçüsü olan takva (49/Hucurât, 13.) erdemine nail olabil­mesi için âdil olması (5/Mâide, 8) ve adaletli söz söylemesi (6/En’âm, 152.) gerekir. Esasen doğrulukla (sıdk) birlikte adalet (adl) de ilâhî kelâmın bi­rer niteliğidir. ( 6/En’âm, 115.)

Adalet sıfatı kaybo­lursa bundan fazlalık veya eksiklik şeklinde iki taraf doğmaz; sade­ce zıddı ve karşıtı doğar ki o da cevrdir” (İhya, III. 54; Mânü’l-amel, s. 91.)

Adaletin ölçüsü yahut dayanağı hakkaniyettir. Hidayete hak sayesinde ulaşılabileceği gibi ada­let de hakka uymakla sağlanır. Hak, sabit bir kanun ilkesidir. Bir hak konusunda hüküm verilirken, hak­kın kendi lehine hükmedilmesi halinde bundan memnun olan, fakat aleyhine hükmedilmesi durumunda bu hükmü tanımayan insanlar için “İşte bunlar za­limlerdir” ( 24/Nûr, 48-51.) denilmiştir. Şahsî menfaat temini, akrabalık, düşmanlık gibi hissî durumlar, taraflardan birinin soylu veya aşağı ta­bakadan olması, bedenî veya ruhî ba­kımdan kusurlu bulunması gibi ahlâk kanununu ilgilendirmeyen sebepler bir hakkın ihlâlini, örtbas edilmesini ve sonuç olarak adalet ilkesinden sapmayı mazur gösteremez. (5/Maide, 8; 4/Nisâ, 3; 3/Âl-i İmrân, 75.)

                                                                                      ...

Adalet, ferdî ve içtimaî yapıda dirlik ve düzenliği, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine uygun yaşamayı sağlamaktır.

Adalet, ah­lâkî erdemdir.

Adalet, “Davranış ve hükümde doğru olmak, hakka göre hüküm vermek, eşit olmak, eşit kılmaktır.

Adalet, Allah’a şirk koşmamaktır.

Adalet, orta yoldur, yapılması gerekenin en iyisini ve uygun olanı yapmaktır, istikamettir.

Adalet, düzendir, dengedir, denkliktir, eşitliktir, gerçeğe uygun hükmetmedir, doğ­ru yolu izlemektir, takvaya yönelmektir, dü­rüstlüktür, tarafsızlıktır.

Adalet, insanın fizyolojik ve fizyonomik yapısındaki uyum, ahenk ve estetik görünümdür.

Adalet, insanın ruhî ve manevî yapısında bulu­nan denge (itidal) ve ahenktir.

Adalet, insanların keyfî istek ve arzularını hesaba kat­maksızın ilâhî emirlerin gösterdiği şekilde doğru olmaktır.

Adalet, başkalarının geli­şigüzel istek ve telkinlerinden etkilen­meyen istikrarlı bir doğruluk ve ahlâk kanununa itaatla gerçekleşen ruhî den­ge ve ahlâkî kemaldir.

Adalet, hayatın her anında aşı­rılıklardan uzak bir davranış sergilemektir.

Adalet, içtimaî bünyede de aşırılıklardan uzak, dengeli ve uyumlu bir hayat tarzı benimsemektir.

Adalet sıfatından yoksun olan kişi dil­siz, âciz ve hiçbir işe yaramayan bir köle gibidir. Böyle birisi, adalet faziletini kazanmış, dolayısıyla doğru yolu bulmuş olanla bir tutulabilir mi?

Adalet, kazanılması gereken bir kemal, olgunluk sıfatıdır.

Adalet, insanın ahlâkî davranışlarının öteki temel faziletleriyle uyumlu bir sonucudur.

Adalet, zulüm ve zulme boyun eğme diye adlandırılan iki rezaletin or­tasıdır.

Adalet, sadakattir, ülfettir, vefadır, şefkattir, sıla-i rahimdir, iyiliğin karşılığı­nı vermedir, ortak işlerde dürüst hareket etmedir, hak­ları güzellikle ödemektir, yakınla­rın ve erdemli kişilerin dostluğunu kazan­maktır, teslimiyettir, tevekküldür, ibadettir.

Adalet, borcunu vermek, alacağını istemektir; görevini yerine getirmek ve hakkını almaktır.

Adalet, iyiliğe iyilikle karşılık vermektir, zarar vermeyene zarar vermemektir.

Adalet, kısastır, diyettir, tazminattır, misillemedir.

Adalet, verilen ile hak edi­len arasındaki dengedir. Bu denge bazı hallerde eşitlikle gerçekleşir; ancak adalet eşitlik değil, dengedir... ( Bu yazı, Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi [DİA], İstanbul, 1988; 1/341-344. Sayfalar arasında yer alan Adalet maddesinden uyarlamıştır.)



 

 

 

alt

    

                                                      alt

 

 

                                                           alt

 

 

                                                           alt

 

 

                       alt

 

Bu köşenin içeriği KUR’AN’IN ANLAMIYLA BULUŞMAK PLATFORMU tarafından hazırlanmıştır. Ayet mealleri Hasan Tahsin Feyizli'nin Hazırladığı Feyzü'l Furkan Açıklamalı Kur'an-ı Kerim Meali’nden alınmıştır.   Ayet meallerinin tamamına www.kuranimiz.net, ses dosyalarına www.akradyo.net adreslerinden ulaşabilirsiniz. Görüş ve önerileriniz için: Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız

 

 

           

          alt

 

                  alt

 

                                                                                          

                                                                                         alt

 

                      EY İMAN EDENLER!


Ey iman edenler! (İyiliği emredip kötülüğü önlemede) kendiniz için üzerinize düşene bakın. Siz (bu görevi de îfâ ederek Allah’ın gösterdiği) doğru yolda olduğunuz zaman, artık sapanlar(ın günahı) size zarar vermez. Hepinizin dönüşü ancak Allah’adır. O size yaptıklarınızı haber verecektir. (Maide Suresi 105)

                      
                                   KUR'AN'IN ANLAMIYLA BULUŞUYORUZ

                                           “DEKİ:RABBİM BANA ADALETİ VE İTİDALİ EMRETTİ”

    

                                                                           Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla

  • De ki: “Rabbim bana adaleti ve itidâli emretti. Her mescidde (namazda) yüzlerinizi (kıbleye) çevirin. Dini yalnız ‘Allah’a has kılarak’ (ve ihlasla) kendisine (kulluk edip) yalvarın (başkalarını putlaştırıp/tanrılaştırıp onlara sığınmayın. Unutmayın ki) ilk defa sizi yarattığı gibi, yine (O’na) döneceksiniz.” (Araf/29)
  • Ey iman edenler! Allah için adaleti (hakkı) ayakta tutan (hâkimler), adalet timsâli şahitler olun. Bir kavme duyduğunuz kin sizi adaletten sapmaya sevketmesin. Âdil davranın, takvâya daha yakın olan da budur. Allah’a karşı takvâlı olun (emirlerine uygun yaşayın). Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır. (Maide/8)
  •  Ey iman edenler! Kendinizin, ana babanızın veya akrabalarınızın aleyhine olsa bile, adaleti titizlikle ayakta tutan ve sırf Allah için şahitlik eden kimseler olun; (haklarında şahitlik ettikleriniz) ister zengin, ister fakir olsunlar. Çünkü Allah, her ikisine de (sizden) daha yakındır. Haktan ayrılarak heva ve hevesinize uymayın. Eğer (şahitlikte), dilinizi eğip büker (yalancı şahitlik eder)seniz veya (şahitlikten) kaçınırsanız, (bilin ki bu, kul hakkını ihlaldir, zulümdür.) Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. (Nisa/135)

 

 

                alt                                        alt

 

 

 

          

                                                  alt

 

 

 

                                                    alt

                                 

 

 

                                     O’NUN (sav) AHLAKI KUR’AN’DI

 

 

  •    Abdullah ibni Amr ibni-l As (Ra)’dan rivayetolunduğuna göre Rasûlullah (Sa) şöyle buyurdu:

          “Ailesine ve idaresi altında bulunanlara adaletle hükmeden adil kimseler Allah katında nurdan koltuklar üzerine otururlar.” (Müslim İmara 18)

 

                               İyaz ibni Hımar (Ra) Rasûlullah (Sav) şöyle buyurken dinledim dedi.

          “Cennettekiler üç sınıftır: Adil ve başarılı devlet başkanı, akrabasına ve müslümanlara karşı merhametli ve yumuşak kalpli kişi ailesi kalabalık olduğu halde haram kazançtan uzak kalmaya çalışıp kimseden bir şey istemeyen adamdır. (Müslim Cennet 63)

 

  •    Numan ibni Beşir (Ra)’nın anlattığına göre babası onu Rasûlullah (sav)’in yanına götürdü ve

          “Ben sahibi olduğum bir köleyi bu oğluma verdim” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (sav), “Buna verdiğin gibi diğer çocuklarına da verdin mi?” diye sordu. Babam, “Hayır vermedim” dedi. Bunun üzerine peygamber (sav), “O halde bağışından dön” buyurdu.

 

         Müslim’in diğer bir rivayetine göre, Rasûlullah (sav),

 

       “Bu bağışın aynısını diğer çocuklarına da yaptın mı?” buyurdu. Beşir: “Hayır yapmadım” dedi. Bunun üzerine peygamberimiz: “Allah’tan korkunuz. Çocuklarınız arasında adaletli davranınız” buyurdu. Bunun üzerine babam bağışından döndü ve köleyi geri gönderdi. (Müslim, Hibat,13)

 

 

 

 

                  alt

 

 

 

                                          alt

 

 

                                                   alt

 

               alt

 

             alt

 

ADALETTEN VE DOĞRULUKTAN AYRILMAMAK

 

Bizde “el-’adlü esâsü’l-mülk” denmiştir. “el-’adl”, yani adalet; esas: Temel; mülk: Egemenlik... (Yani emlâk mânasına, taşınamaz mallar mânasına değil) mülk, egemenlik demek. Meliklik, malik olmak; bir toplumun yönetimine sahip olmak demek. “Egemenliğin, hâkimiyetin, idareye sahip olmanın temeli adalettir.” Dinimiz böyle buyuruyor.

İki âyet-i kerîmede müslümanlara kendilerinin anne babasının ve yakınlarının, akrabasının bile aleyhinde olsa, adaletten ayrılmamaları tavsiye buyruluyor. İnsanın kendisini aşması, kendisi aleyhine karar verebilmesi başka bir din ve kültürde görülmüş mü? Hâkim, kendi kendisini mahkûm edecek; çünkü Kur’an, “Velev ‘alâ enfüsiküm evi’l-vâlideyni ve’l-akrabîn”: İsterse kendinizin aleyhinde olsun, isterse anne babalarınızın aleyhinde olsun... Yine adaletten, doğruluktan ayrılmayın.”diyor. Anne babasını mahkûm edecek bir hâkim, akrabasını mahkûm edebilecek bir kadı, bir adalet mensubu uygulayıcısı olabilmek, bize, bizim kültürümüze mahsus bir şereftir, bizim İslâm ve iman kültürümüzde görülebilen bir şereftir.

Nitekim Kadı Hızır Çelebi’nin Fatih Sultan Mehmed’i mahkûm ettiğini biliyorsunuz. İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmed’le İstanbul’un eski sahibi olan ahaliden Rum bir mîmar davalı ve davacı oluyor ve sonuçta kadı efendi kalkıyor, Fatih Sultan Mehmed cennetmekânı mahkum ediyor. Hakikaten hukuk tarihinde böyle olaylar olmuş mudur? Gerçekten bu kadar cesur kararlar veren, sevdiği ve bağlı olduğu hükümdarı mahkûm edebilen hukukçular yaşamış mıdır? Eğer yaşamışsa herhalde onlar da yine ilahî bir dinden feyiz almış, Allah huzurunda hesap vereceğini bilen insanlardır; ancak öyle olabilir. İhtimal olarak varsa, olmuşsa, âhirete inanan, âhiretteki mahkeme-i kübrâya inanan, din gününe, yani “mâliki yevmi’d-dîn”, din gününün maliki Allah’ın huzuruna varılacağını bilen insanlardan çıkabilir böyle jestler.

“Din”, karşılık demektir; “mâliki yevmi’d-dîn”, yani insanların yaptıkları işlerin, iyi veya kötü, karşılığı ne ise onun verileceği gün. “Mâliki yevmi’d-dîn” âyet-i kerîmesinin “din gününün sahibi” diye tercümesi doğru değil. “İnsanların yaptıkları âmâlin, ef’âlin, yaşam tarzlarının ve işlerinin, ceza veya mükâfat olarak karşılığının verileceği güne malik olan” diye tercüme edilmeli.

Sonra, Tin suresinde, “femâ yükezzibüke ba’dü bi’d-dîn. Eleyse’llâhu bi-ahkemi’l-hâkimîn” buyrulmuştur. Yani, “Bu kadar gerçeklerden sonra hangi husus sana dini kabul etmemeyi, tekzip etmeyi, yalanlamayı telkin edebilir, işaret edebilir?” Buradaki “din” de yine karşılık mânasına geliyor, yani hakkın yerini bulmasını inkâr etmeye seni ne götürebilir, hangi sebep seni o tarafa itebilir? Mümkün değil böyle bir şey, “Eleyse’llâhu bi-ahkemi’l-hâkimîn”; Allah hâkimler hâkimi, yani adaletliler adaletlisi, en adaletli, hükmü en isabetli olan değil mi? “Ahkemi’l-hâkimîn” “hükmü en isabetli” diye tercüme edilmeli, dinî kim inkâr edebilir sözü de ettiklerini bulmanın gerçekleşeceğini kim inkâr edebilir demek. “Femen ya’mel miskâle zerretin hayran yerahû, ve men ya’mel miskâle zerretin şerran yerahû”: “Zerre kadar hayır işleyen karşılığını görecek, mükâfat olarak; zerre kadar şer işleyen cezasını çekecek, ikâb olarak.” Yani azap olarak çekecek diye bildiriliyor.

Demek ki toplum hayatının temeli, bizim dinimizde çok net olarak görüldüğü üzere adalet. Peygamber Efendimizin hayatından başlayarak, düşman bile olsa haklıya hakkının teslim edilmesi ve hukuka riayet edilmesi emrediliyor bize.

Mekke-i Mükerreme’nin fethi sırasında Kâbe-i Müşerrefe’nin anahtarı henüz müslüman olmamış bir ailenin elinde idi, teslim etmek istemedi. “Kimseye vermiyorum.” deyince Hz. Ali de zor kullandı ve aldı anahtarı. Kâbe’nin kapısını açtı, namaz kıldılar. O, Peygamber Efendimizin amcazâdesi, “Bu Kâbe’nin anahtarını taşıma vazifesini bana lütfetseniz, bende kalsa, ben muhafaza etsem” diye istedi. Peygamber Efendimizden bu görevin kendi ailesine intikalini istedi. Ama “Emanetleri ehillerine vermenizi ve hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi Allah emrediyor.” âyet-i kerîmesi indi. Onun üzerine Hz. Ali’ye Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem): “Al bu anahtarı, o vermek istemeyen ve senin zorla elinden aldığın adama geri ver.” diye hükmetti. Adam anahtarı tekrar karşısında görünce şaşırdı. Bu, tam adaletli olan ve Allah ne emrederse onu yapma, icabında aleyhinde bile olsa, “pekâlâ” deyip de özür dileyip dönebilme, ahlâk seviyesini gösteren dinin hak din olduğunu anladı, Peygamber Efendimize inandı, müslüman oldu ve müslümanların safına girdi. Bunlar, âyet-i kerîmelerle, hadîs-i şerîflerle, İslâm tarihindeki örnekleriyle adaleti gösteren olaylar ve asırlar boyu bu böyle devam etmiştir. Ecdadımız da bu bakımdan çok şerefli insanlardır. İşte Hızır Çelebi’nin hayatı ve jesti onlardan sadece bir tanesi...

O bakımdan, sizlere hayatınız boyunca daima Allah’ın rızasını gözetmenizi, her hükmünüzde, “Allah razı olur mu?” diye düşünüp hükmünüzü ona göre vermenizi, sözünüzü öyle söylemenizi temennî ve tavsiye ederim. Çünkü maddî ve mânevî her türlü salah ve felahımız adalet ve doğruluktadır.

Prof. Dr. Mahmud Es’ad COŞAN

 

 

 alt 

 

alt

 

alt

 

alt 

 

 

Bu köşenin içeriği KUR’AN’IN ANLAMIYLA BULUŞMAK PLATFORMU tarafından hazırlanmıştır. Ayet mealleri Hasan Tahsin Feyizli'nin Hazırladığı Feyzü'l Furkan Açıklamalı Kur'an-ı Kerim Meali’nden alınmıştır.   Ayet meallerinin tamamına www.kuranimiz.net, ses dosyalarına www.akradyo.net adreslerinden ulaşabilirsiniz. Görüş ve önerileriniz için: Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız

 

 

Sayfa 3 - 4